View allAll Photos Tagged tehlike
10 katlı inşaatın çatısında kiremit yüklü bir el arabası ile her tür tehlikeyi göze alarak çalışmak...
Herşey bir parça ekmek için mi?
Hayat bizden çok şey istemeye başladı...
Daha çok gelişmişlik, daha çok kölelikle mi mümkün olacaktı?
Ne geçmişim sende mühürlüydü, ne de bir gelecek vaadi umdum yahut da buldum senden. Arada bir yerlerde, bilmez gibi ara yerlerin tehlikesini hani şu taife-i cinin hep çarptığı eşiklerden birinde sıkışmış kalmış sana olan aşkım şehir. Kimseye göstermiyorum ne seni ne beni ne bizi görmesinler ki yabancılar, görmek zorunda kalmayayım yabancılığımı. Seni düşünmek şehir, ne kadar zormuş
e.ş
Rahmansın, ayrım yapmadan merhametini gösterensin, bize merhamet et.
Rahimsin, seni sevenleri sevginle kuşatansın, bizi sevdiklerinin arasına kat.
Kuddüssün, her türlü eksiklikten uzaksın, bizi kirlerimizden temizle.
Selamsın, her türlü tehlikeden korursun, bizi korkularımızdan kurtar.
Mü,minsin, kalplere güven salansın, bizi sana olan güvenimizle dinç kıl.
Azizsin, sonsuz ve yüce onur sahibisin, bizi onursuz eyleme.
Mütekebbirsin, her şeyden büyüksün, bizi büyüklenmekten koru.
Barissin, her şeyi bir birine uygun yaratansın. bizi bu uyumdan uzaklaştırma
Musavvirsin, her varlığa güzel şekil verensin, bize bu güzelliği koruma gücü ver.
Gaffarsın, çok çok affedensin, bizi affından mahrum eyleme.
Vehhabsın, bol bol hediyeler verensin, bizi hediyelerinle sevindir.
Rezzaksın, herkese rızkını verensin, soframızı rızıksız bırakma.
Fettahsın, her şeyi sonuna kadar açansın, yüzümüze kapını kapatma.
Alimsin, her şeyi hakıyla bilensin, bizi cahil olmaktan koru.
Gölyazıda sandallar geceleri martıların karyolasıdır. Kedi tehlikesinden uzak rahat rahat uyurlar o kayıkların üzerinde.
Fotoğrafta digital effect vardır.
Nikon D300S + Tair 11-A 135mm f:2.8 manual focus zenit imalatı objektif.
İslam dininin günümüz temsilcileri olduğunu düşünenlerin arasında gül Hz. Muhammedin ten/ter kokusudur diye bir inanç yaşar. Doğrusu Allah'ın bileceği şeydir. Fakat dini öğreten insanın veda hutbesinde söylediği şeylerden biri de müslümanın müslümana kan ve canının, malının haram olduğudur. Hutbede şöyle buyurur benim için insanlığın en güzeli:
-Allah'ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı haksız yere öldürmeyeceksiniz. Hırsızlık yapmayacaksınız. İnsanlar "la ilâhe illallah" deyinceye kadar onlarla cihad etmek üzere emir olundum. Onlar bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları ise Allaha aittir.
İşte bunu unutuyor bugünün kendisini islamın temsilcisi sayan bazı grup ve güruhları. Bir 15 temmuz günü biz annemizin canıyla uğraşırken hastane köşelerinde dışarıda birileri uçaklara, tanklara atlayıp kendisi müslüman ya, diğer müslümanların da yaşam hakkı olduğunu unutuyor ve saldırıyor. Türkiye'yi Dar-ül harp yani kâfir memleketi görüp, yaşayan insanları müslüman bile olsalar kâfir telakki edip mallarını, canlarını, eşlerini kendilerine helal sayacak kadar Allah'tan kopuk insan grupları bir de bunu Allah için yaptıklarını iddia ederek cana mala kastediyorlar. Aynı şeyi Almanya'da yapmaktan acizler ama. Sanırsın Almanya müslümanmış ta bizim haberimiz yokmuş. Oralarda camilerde cuma namazı kılar, Türkiye gibi neredeyse %90 ı müslüman bir ülkeyi dar-ül harp yani savaş alanı ilan eder. Devlet devlet olursa bu tehlikeler olmaz. Laiklik o yüzden gereklidir. İnsan hakkı diye görürsen bu insanların zihniyetini ona benzer başkaları çıkar ve senin hoşgörünü sana silah olarak çevirir, alnı secdeli adamdan zarar gelmez diye düşünürken sen aldatılmış olursun sadece.
Biz hastanede canımızla uğraşırken dışarıda müslüman müslümanın kanını döküyormuş meğer o gece. Herkes Allah'ın huzuruna çıkacak ve hesap verecek hiç bir insan kanununun adam yerine konmadığı bir günde. Bari bundan sonra şu güzel insanı doğru anlayalım ve ne dediği anlaşılmayan arapça dualara kafa sallayıp amin diyen müslümanlar olarak Allah'ın huzuruna çıktığımızda
-Ben size birbirinizi katledin mi dedim sorusuna muhatap olmayalım.
15 Temmuz 2016 günü canını kaybeden masumlar için Allah'tan af ve bağışlanma diliyorum. Mekanları cennet olsun.
Nikon D810 + Tamron Adaptall-2 35-70mm F/3.5 Model 17A
Otlukdere göletini mesken tutmuş bir Pelikan (Kaşıçıkuşu) sürüsü vardır. Sanırım Otlukdere göletine yapılacak yatırımlarla ilgili meclis toplantısı yapıyorlar. Hepsi güzelce elinde eteğinde ne varsa döküyor, dişiyle tırnağıyla, gagasıyla uğraşarak. İçlerinde her türlü kavgayı yapmalarına rağmen dışarıdan gelecek tehlikelere karşı ortak hareket ediyorlar. Öyle güzel bir yerde mesken tutuyorlar ki bir kedi, köpek, tilki saldırsa mesela sadece bir yönden gelebilecek ve hepsi anında görüp suya girip uzaklaşabilecekler. Akıllı taktik.
İnsanoğlu öğretmeninin öğrettiklerini taklit edip onu geliştiriyor. Hayvanlardan öğrendiğimiz çok şey var, sadece hayvanlığımızı unutmamız, insan olmamız şartıyla dünya daha güzel, daha yaşanılabilir bir yer olabilir.
Nikon D810 + AF Nikkor 75-300mm f:4,5-5,6 D
Bazı şeyler sen istesen de istemesen de kesişir.
Önemli olan senin gittiğin yöndür,kesiştiğin noktada kalmamandır. İstersen yukarı doğru gidersin ama düşme tehlikesini göze alacaksın. İstersen sabit bir şekilde devam et bu düşmeyeceğin anlamına gelmez; her iki haldede düşersin fakat yüksekten düşmenin acısı büyük olur.
Nikon D300S + Tamron SP BBAR Adaptall-2 90mm F:2.5 Model 52B
Koyunlar otlarken düşündüm insan topluluklarını koyun yerine koyan yönetici sınıf aymazlarını. Koyunlara sorsan mutlu musun? Evet derler. Mutluyuz çünkü karnımızı doyuruyoruz. Aç kalmıyoruz, Hem geri döndüğümüzde bizi kurtlardan koruyacak bir ağılımız var başımızı sokabiliyoruz. Üstelik çobanımızın bizi koruyan köpekleri var. Emniyet içindeyiz.
Halbuki zavallı koyun bilmez ki çobanları mallarına zarar gelmesin istedikleri gibi faydalanabilsinler diye mallarına zarar verebilecek kurtları çoktan öldürdüler. Üstelik her gün aynı otlağa götürülüp getiriliyorlar ve hep aynı şeyi yiyorlar. Köpekler de koyunların içine harici mihraklar girmesin, koyunlar belirlenmiş çerçevenin dışına çıkamasın diye bir parça kuru ekmeğe razı olup koyunlara bekçilik ediyorlar. Koyunların başlarındaki efendinin elindeki sopanın kendilerini dış tehlikeden korumak için değil mallarını aynı yerde aynı şartlarda tutmak için, akıllarını kullanmasınlar, düşünmesinler, yesinler, içsinler, zamanı gelince yavrulayıp efendilerine yeni mallar kazandırsınlar, sütlerinden, etlerinden derisinden gerisinden faydalansınlar diye elde tutulduğundan habersizler.
Yani ne kadar az düşünüyorsunuz, ne kadar az aklediyorsunuz ey koyunlar.
Düşünüp buna razı gelmeyen koyunlardan dışarı kaçanları ise yakalayabilirse sahibi bu dahili minnak koyun hemen kesime gönderilip zararlı fikirlerini yayması engelleniyor. Yakalayamazsa dert değil zaten dışarıda öyle bir sistem var ki başıboş hiç bir koyun fazla uzağa gidemez hemen sınırların dışına çıkar çıkmaz yeni sınırlara sahip efendilerin kurallarına uymak üzere yakalanırlar ve gereken yapılır. Eskiden bir söz vardı nolacak bu Fener'in hali derlerdi, nolacak bu memleketin hali derlerdi. Ben de nolacak bu koyunların hali diyorum. Koyunları da sahiplerini de aynı tiyatroda oynatan büyük bir güç birden bir bir felaket yaratıyor ve aymaz sahipler sürüsünden bir kısmı o felakette yok olup gidince hemen yerini yeni sürü sahipleri alıyor. Galiba oyun tüm tiyatro birden bire kapatılıncaya kadar böyle devam edecek. Koyunlar otlayacak, çobanlar sopalayacak, sürü sahipleri gününü gün edecek. Tiyatro kapatılana kadar.
Nikon D810 + AF Nikkor 75-300mm f:4,5-5,6 D
Yasağa rağmen bahar gelir.
Fakat her güzellik pür değildir. Bazı tehlikeleri güzelliklerin ardına saklarlar. Erişebilirsin ama bedel ödersin.
Tutsak olmayan baharlarınız olsun.
Nikon D300S + Tamron Adaptall-2 24mm f:2.5 Model 01B
Ailesi öldürüldükten sonra kendisininde tehlikede olduğunu düşünen yol arkadaşları Henri Ducard ve Ra’s Al Ghul Bruce Wayne’yi derhal Asya ülkelerinin birine yerleştirmiştir.Bu arada Gotham şehri suçluların cirit attığı bir şehir olmuştur.Bruce kendini toparladıktan sonraki ilk amacı şehirde adaleti yeniden sağlamaktır.
www.nefilmizle.com/batman-basliyor-batman-begins-izle-ful...
Yol arkadaşım gördün mü,
Duydun mu olup bitenleri?
Kıskanıyor insan bazen,
Basıp gidenleri
Yalnızlaşmışız iyice
Üstelik de alışmışız
Hiç beklentimiz kalmamış
Dosttan bile
Korkular basmış dünyayı
Şimdi bir semt adı “vefa”
Kutsal kavgalardan bile
Kaçan kaçana
Anlaşılır gibi değiliz
Tek bedende kaç kişiyiz
Hem yok eden, hem de tanık
Ne esaslı karmaşa
Ben sana küsüm aslında, haberin yok
Koyup gittiğin yerde kötülük çok
Kime kızayım, nazım senden başka kime geçer?
Benim sensiz kolum, bacağım, ocağım yok
Sen esas alemi seçtiğinden beri
Ben o saniyede bittiğimden beri
Dünya bildiğin dünya, dönüp duruyor işte
Uzun uzun konuşuruz birgün son İstanbul beyi
Yol arkadaşım, nerdesin?
(Bu Foto arabada direksiyon başında giderken trafik seyir halindeyken çekilmiştir tüm tehlikeleri göz önüne aldım sziler için kıymet bilin :)
Zengin mi zengin ve halkı barış içinde yaşayan Mısırı kaos ve çatışma içine çekip alt etmek isteyen Set ülkeyi karanlığa sürüklemek için elinden gelen her şeyi yapmaktaydı.Ülkenin çoğunun bu duruma sessiz kalmasına nazaran aradan çıkan cesur insanlar bu durumu düzeltmek için bir diğer Tanrı olan Horus’tan yardım dilenirler.Bu ortamda insan varlığı tehlikeye girerken aksiyon ve macera dolu filmde sizi ekrana hapsediyor keyifli seyirler.
www.nefilmizle.com/gods-of-egypt-misir-tanrilari-2016-hd-...
Yanan ormanları gördükçe içim yanıyor. Tamam yaz günleri özellikle sıcak ve rüzgarlı günlerde yangın tehlikesini barındırır. En küçük kıvılcım devasa yangınlara dönüşür. Ormanlık bir alana düşüncesiz birinin attığı bir cam veya pet şişe içinde kalmış bir yudum su güneş ışığı uygun açıdan geldiğinde büyüteç etkisi yaparak ışığı ve ısıyı toplar ve çevresinde yangına sebep olur. Demek ki çocuklarımıza doğayı temiz tutmayı öğreteceğiz.
Elektrik nakil hatlarındaki bir tel kopukluğu telin değdiği yerde kısa devre yapması sırasında çıkan şerrare ile kıvılcımlanmaya ve ateşe sebep olur. Enerji nakil hatlarını planlarken ormanlık alanlardan geçirmemeye veya nakil hattının geçtiği bölgelerdeki ağaç ve bitki örtüsünü emniyetli bir mesafeye kadar açık alan bırakmaya çalışacağız. Bunun bakımını da her yıl sonbahar sonunda yapıp ilkbahar dahil gerekli temizliği yapacağız.
Fırtınalar sırasında düşen ve çıkan yıldırımlarında büyük yangınlara sebep olabildiği bilinir. O yüzden orman idaresi her yerdeki ormanları emniyetli mesafelerle birbirinden belli mesafelerde evleklere bölüp aralarında yangın müdahale yolları ile birlikte yangın sıçramasını kontrol amaçlı ağaçsız bitkisiz bölgeler oluşturmalı. Bu kontrolde her yıl yapılmalı. Yangın kontrol kulelerinde sürekli nöbetçi personel bulunmalı. Yangın sıçrama kontrol bölgelerinde oluşan otlanma ve makilenme ile de mücadele sürekli olmalı.
İnsan kaynaklı orman yangınlarında ise caydırıcılık açısından cezaların çok çok ağır olmasından yanayım. Kasıtlı orman yakanın mal varlığına el konulmalı cezasını gündüzleri orman idaresi emrinde ağaç dikerek çekmesi sağlanmalı ve süreler en az 30 yıl gibi uzun süreler olmalı ki düşündürsün. Hiç bir şart altında suçu kesinleşmiş kararı verilmiş hallerde en küçücük hafifletici sebep olmamalı. Hakimlerin eline böyle bir serbestiyet verilmemeli.
Bu çareler aklıma gelen ve medeni olanlar medeni olmayan çareleri yazsam, engizisyonu aratır.
ORMAN YAKAN affedilmemeli. Malı mülkü müsadere edilmeli. Hapiste geçireceği en az 30 yılının 20 yılı ormanda çalışarak ve özellikle ağaç dikerek geçirmeli. YAKANIN HAYATI YANMALI...
Biga Balıkkaya altı.
Nikon D300S + Tamron Adaptall-2 24mm f:2.5 Model 01B
CUMHURİYET YÖNETİMİ
Türkiye Büyük Millet Meclisinin Saygıdeğer Üyeleri!
Büyük Millet Meclisinin hayırlı ve bereketli elinin, Türk milletinin geleceğini yönetmeye başladığının beşinci senesini kutluyoruz. Bu vesileyle yüksek heyetinizi saygıyla selâmlarım.
Geçen sene Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin gerçek arzularına uygun olarak devlet şeklini Cumhuriyet olarak kararlaştırdı. Cumhuriyet yönetimi, ülkemizin en uzak köşesine kadar büyük bir heyecanla ulaştı, kabul gördü. Millet; cumhuriyetin,Türk vatanını asırların kötü yönetiminden kurtaracak ve ülkeyi lâyık olduğu gelişme seviyesine ulaştıracak yegâne yönetim şekli olduğunu anladı. Millet, cumhuriyetin şu anda ve gelecekte her türlü tehlikeden korunmasını talep etmektedir. Milletin talebi, cumhuriyetin denenmiş, sınanmış ve olumlu sonuçları alınmış bütün esaslara bir an evvel ve tam anlamıyla geçilmesi şeklinde ifade edilebilir. Yüksek Meclisin büyük bir önem vererek uğraştığı teşkilâtı esasiyede (Anayasa'da), milletin talebini karşılamak hepimizin görevidir. Diger taraftan, hükûmetin görevi, gelişmiş ve medenî yönetimin bütün gereklerini anlaşılır ve çok hızlı bir şekilde ülkemizin tamamında uygulamak, aksaklıkları gidererek geliştirmektir.
Görevimizi, milletin arzularına uygun olarak yapabilmeyi bütün gönlümle temenni ederim.
Mustafa Kemal ATATÜRK
1 Mart 1924
Cumhuriyeti Kuranlara
Bebeğime
Beşiktaş’ta
Deniz kıyısında
Çay bahçesinde
Küçük bir masada
Alçak taburemde
Oturmuş
Kah çay yudumluyorum
Kah sigaramdan bir nefes
Gözlerim Üsküdar’a uzanmış
Martılar yine yukarda
Ardı ardına yemek için dalışlar
Vapurlar gemiler
Ahenkle geçiyor boğazı
Bir tarafta güzelim kız kulesi
Diğer yanda boğaz köprüsü
Gözümün iliştiği her yerde
Al zemin üzerinde
Ay ve yıldız
Ne kadar ihtişamlı dalgalanıyor
Sanki geçmişe nazire edercesine
Geçmişten intikam alırcasına
Rengini aldığı
Dökülen kanların hesabını sorarcasına
Uzaklara dalan gözlerimde
Şimdi iki damla yaş
Cumhuriyet devletinde
Özgür bir vatandaş
Ben sefasını sürerken
Cefasını çekenler yok şimdi
Binlerce teşekkür
Binlerce minnet ve rahmet
Siz cumhuriyeti kuranlara.
İstanbul - 29.10.2004
Hüsnü Çelebi
Sarı Gül
Sarı bir gül gibisin,
Gerçekleri delen geçen
Sapsarı bir gül.
Bir rüyadaymışçasına mutlu hissediyorum kendimi
Sana bakınca
Gerçeğin tam ortasındaymışım gibi,
Tüm güzelliği ve gazabıyla,
Çırılçıplak.
Ben de bir gül olabilirdim belki.
Ama kırmızı olmak isterdim.
Aşkın acısı,
Hüznün gözyaşları
Ve paylaşmanın
Hatta terkedilmenin
Sonsuz, dayanılmaz, açık yarası
Kadife kırmızı bir gül.
Hayatın tüm güzellikleri karşısında kalakalan ben,
Ve tüm sonsuzluğuyla denizin,
Kendime kaçacak, saklanacak bir yer arayan ben,
Tüm tehlikelere atardım kendimi
Senin gibi bir gül uğruna
Sırf koparılma dalından diye
Sırf mahvolma başkalarının bir anlık zevki için diye…
Senin gibi sarı,
Sapsarı bir gül için.
Pınar Ulusoy
İnsan elindeki nimete şükretmeyi bilmiyor. Bazı nimetlere planlayarak sahip olursanız sonrasında şükrünüz de o oranda planlı oluyor. Özellikle dut ağacı gibi kök yapısı itibarıyle çok geniş ve derin bir alana yayılabilen ağaçları edinmek isterseniz bahçenizde, binanızdan oldukça uzak olmasına özen gösterin. Çünkü binanızın hemen yanında ekili bir dut daha sonra büyüdükçe binanız için tehdit demektir. Bizim Gümüşçay'daki evin avlusunda hemen terasın dibinde çıkan ve okumayı bilenler için fotoğraftaki kesiğin içindeki halkaları sayısından anlaşılabileceği gibi sekiz on yaşlarda olan dut ağacı kökü vasıtasıyla terasın betonunu çatlatırken dalları vasıtasıyla da çatıyı bozmaya başladı. Bir süre önce neredeyse mahalleliye dağıtacak kadar çok dut veren ağaç verdiği zarar nedeniyle aile kararıyla kesilmeye mahkum oldu. Motorlu testere ile yapılan kesimden sonra ağaç kabuğu altında kökten besleyici sıvı getiren soymuk borularından ilginç bir sıvı salgılaması oldu. Adeta dut ağlıyor ve yarasını kendi kanıyla kapatmaya çalışıyordu. Hala etkisinde olduğum bir olaydır. Elimle dokunduğumda oldukça allerjik oldu sonuç ve kaşındırdı o beyaz sıvı. dilimle tadına baktığımda ise ağzım bir tuhaf oldu. Bu suyun yapraklardaki işlenmesi ve meyvelerdeki sonucu olan şekerli su ile hiç ilgisi yoktu. Bu kesikten bir yıl sonra dut ağacı kesik yerin altından yeni dallar çıkardı. Fakat ev sahipleri üç ay içinde bu dalların inanılmaz büyüyüşünü görünce yeni tehlikenin daha da büyük olduğuna kanaat getirdi ve dut tamamıyla kesildi. Şimdi yerinde kökleri toprak içinde her an potansiyel filizlenme faaliyeti taşıyan devasa bir kütük var.
Nikon D300S + AF-S Nikkor 18-200mm f:3.5-5.6 VRII IF-ED
Bugün 23 Nisan. Unutma bende bir insan, hani geleceğine karar vermeye çalıştığın. Ne öğreneceğime, neyi yapacağıma kendi şartlarına göre kararlar verdiğin sonra hayallerin boş çıkınca yıkıldığın, robot yerine koyduğun varlık. Sen babasın, annesin ama sahibim değilsin. Normal şartlarda en çok 15-20 sene yakın çevrende görebileceğin sonra senden uzaklaşacak, elinden alınacak bir varlığım ben. Kıymetimi ben gittikten sonra anlıyorsun, ardımdan ağlıyorsun, fakat bugün bana kendine güven ver, şahsiyetli olmayı öğret, hiç bir şey için yalan söylememeyi, hatalarımın sonuçlarına karşı cesur olmayı, dik durabilmeyi öğret. Üç tane günü kurtarmayı marifet sanan korkağın peşinde başkasının kulu, kölesi olmamayı öğret. Bana özgürce, kendime güvenle gezebileceğim, öyle sevebileceğim ki kaybetme tehlikesine karşı canımı feda edebileceğim bir vatan bırak. Sana dua edeyim.
Mustafa Kemal Atatürk'ün bıraktığı vatanımı bir sürü ne idüğü belirsiz yabancı ile doldurma. Bugün 23 Nisan öyle çocuk bayramın kutlu olsun diye mesaj yazıp gelecekte senden hesap sormamdan kurtulamayacağını bil. Bugün aynı zamanda Ulusal Egemenlik bayramı. Mustafa Kemal beni sadece düşmandan kurtarmadı, padişah dediğin insana, kul olmaktan da kurtardı, Başka insana kul olma dedi. Allah'tan başkasına baş eğme dedi. Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir dedi. Seçeceğin falanca efendinindir demedi. Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu ve gelecek kuşaklara emanet ederken de bu vatana sahip çıkan herkese TÜRK dedi. Vatandaşı olmakla iftihar eden her insan için de NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE dedi. Hala umudum var senden. Benim sevincimi kursağımda bırakma. Sonra arkandan dua etmek bile aklıma gelmeyecek vatanımı birilerine peşkeş çekersen, çekmeye çalışanlara engel olmazsan.
Bugün mutluyum, kaygısızım Yaşasın Bayramımız.
Nikon D300S + Tamron SP BBAR Adaptall-2 90mm F:2.5 Model 52B@5,6
Cengiz arkadaşım için bu fotoğrafım, Yardımlarından dolayı teşekkür ederim. Olmuşmu çerçeve?:))
Sevgili Cetex, Şair konusundaki uyarın için tesekkur ederim. Tüm şiiri gönderdiğin içinde tesekkurer.
Ey özgürlük!
Okulda defterime
Sırama ağaçlara
Yazarım adını
Okunmuş yapraklara
Bembeyaz sayfalara
Yazarım adını
Yaldızlı imgelere
Toplara tüfeklere
Kralların tacına
En güzel gecelere
Günün ak ekmeğine
Yazarım adını
Tarlalara ve ufka
Kuşların kanadına
Gölgede değirmene yazarım
Uyanmış patikaya
Serilip giden yola
Hınca hınç meydanlara adını
Ey özgürlük!
Kapımın eşiğine
Kabıma kacağıma
İçimdeki aleve
Camları oyununa
Uyanık dudaklara
Yazarım adını
Yıkılmış evlerime
Sönmüş fenerlerime
Derdimin duvarına
Arzu duymaz yokluğa
Çırçıplak yalnızlığa
Yazarım adını
Geri gelen sağlığa
Geçen her tehlikeye
Yazarım ben adını,
yazarım
Bir sözün çoşkusuyla
Dönüyorum hayata
Senin için doğmuşum haykırmaya
Ey özgürlük!
Paul Eluard
Bizler aynı akvaryumun balıklarıyız diyordu öncü balık. Renklerimiz farklı,huylarımız farklı ama yaşadığımız ülke, içinde yaşadığımız akvaryum suyudur ve temiz kalmasına özen göstermeliyiz. Dışarıdan suyumuzu kirletecek şeyler katabilirler birlikte yaşamamızı istemeyenler, Çünkü biz ölürsek suyu değiştirir ve gelip kendileri yerleşirler. O yüzden suyumuzu iyi korumamız lazım kirletilmesin diye. Kendi akvaryumlarını koruyamayanlar bizim akvaryumumuzunda sularını kirletmeye çalışmakta. Uyanık olmamız lazım. Sadece akvaryumun sınırlarını korumak yetmiyor artık içini de korumamız lazım. Mustafa Kemal Atatürk dahili ve harici bedhahlardan bahsetmiş. Bu devirde dahili bedhahlar haricilerden daha tehlikeli.Çünkü dahili bedhahlar ülkenin dışarıdan müdahalelere tek silah atılmadan teslim olmasına yarıyor. Harici bedhahlar tehlikesiz demiyorum ama o bedhahlar kendi canlarının da tehlikeye gireceğinin farkında olduğu için doğrudan girişimleri daha zor bugünkü şartlarda fakat içimizdekiler öylemi. benden görünen, benimle aynı mahallede yaşayan,benim devletimden maaş alıp benim yıkılmam için ortam hazırlayan yumuşak bedhahlar onlar. Türk Gençliği çok zor bir imtihana hazırlanıyor. Bir tarafta ekmeğini kazanabilmek için yapması gereken üniversite tahsili nedeniyle gireceği imtihanlar, bir kısmı içinse gireceği,çıraklık,kalfalık,ustalık sınavları. Fakat esas sınav sonrası. Mahallesine sahip çıkmalı Türk Genci, gözünü dört açmalı ve dedelerinin kanlarıyla elde edilmiş bağımsızlığımızı ve akvaryumumuzu yani VATAN'ımızı elde ettiği imkanları kaybetmeyecek şekilde korumalı.Mustafa Kemal Atatürk'ün seslenişiyle :
Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
Mustafa Kemal Atatürk
20 Ekim 1927
Nikon D300S + AF-S Nikkor 35mm f:1.8G
More imagery from my trip to Istanbul. With the very talented Ubey Talha Akkaya, Turkish documentary photographer and art director, sculptor and art auctioneer. As a documentary photographer Ubey has been in Syria but left after being in great danger. Ubey is known in Europe / Paris for his work about controversial topics, which is why some of is work is censured in Turkey. We had the chance to shoot on historic and inspiring locations.
🇹🇷
İstanbul gezimden daha fazla görüntü. Çok yetenekli Ubey Talha Akkaya ile Türk belgesel fotoğrafçısı ve sanat yönetmeni, heykeltıraş ve sanat müzayedecisi. Belgesel fotoğrafçısı olarak Ubey Suriye'deydi ancak büyük tehlike altında olduktan sonra ayrıldı. Ubey, Avrupa / Paris'te tartışmalı konularla ilgili çalışmasıyla tanınıyor, bu yüzden Türkiye'de işin bir kısmı sansürleniyor. Tarihi ve ilham verici yerlere ateş etme şansımız oldu.
Photography: FLOR3NS, Florens van der Put
Follow us on WEBPAGE
Follow us on FACEBOOK
Follow us on INSTAGRAM
Copyright Information
Copyright Owner: © 2021 FLOR3NS Photography, Florens van der Put ALL RIGHTS RESERVED
Ürkekti içindeki sevgi
Güvensizdin hayata ve herkese...
Yanına kimsenin yaklaşmasına pek iznin yok gibiydi..
Bu sefer bu izni aldık diyelim ...
Sevgi de sen gibi miydi???
Yorulduğun ,,
üf dediğin anda
Bu hayatta silgeç sevdalar gibi gider miydi??
Sevgi hasretini dile getirir miydi?
Sevgi de de izin mi isterdi insan
yoksa amaçsız sevmeyi mi yaşardık..
Çok bunaldığım da sen gibi
Uzak diyarlara gidebilir miydim???
Ne kadar çok gitmek istesemde gidemeyişim olurdu
Başıma buyruk olamadım hiç sen gibi
Bazen cesaretli yanımı hissettim
ama tehlikenin ardımdaki riske giremedim
Sence ne kadar kalmıştı bu dünya gözüm de
ne kadar ömrüm vardı ki benim
...
Sen gibi
...
Hayat gibi
...
Sevmek bir karış yakındı...
Hasrete...
hasret ise bilinmeyen yönlerde...
Gamzeli....
Objektifler kusurlarıyla da güzeldir. O kusuruyla karşılaştığınızda bunu sanatsal olarak düşünmek yerine ideal olarak düşünürseniz birçok güzel fotoğrafı siler veya kaçırırsınız. Vereceğiniz bir mesajdan, anlatmak istediğiniz bir fikirden dolayı temel kuralları bazen es geçebilirsiniz ama çoğunlukla insan gözünün günlük görme alışkanlıklarına göre yayınlamanız gerekir çektiklerinizi. Yani bir kumsalda sağınıza veya solunuza doğru yatıp denizi izlediğinizde deniz size farklı perspektifte görünecektir. Bunu sergilemek isterseniz ortalama günlük yaşamda saçma sapan bağırıp çağırana deli derler ama sanatta sanatçı denme ihtimali daha yüksektir. Sergiledikleriniz ise gözün bulunduğu düzleme göre değer görür toplumun çoğunun gözünde; Ne yaparsanız yapın günlük yayın yapıyorsanız ve çok göz tarafından izleniyorsanız insanın doğal duruş pozisyonlarındaki gözün bakış açısına göre alışkanlıklarına uygun sunumlar yaparsınız. Yani bu fotoğrafı, sanat yapıyorum sanarak sola doğru 25 derece eğik yayınlamanız, size bu görüntüyü yamuk alarak kabul edecek çok büyük çoğunlukça diğer fotoğraflarınızın da izlenmemesi tehlikesini doğuracaktır. Çoğunluk yahu daha makineyi doğru tutmayı öğrenememiş diye değerlendirecek ve sizin zannınızca sanat olan çalışmanız tarih çöplüğünde çok erken yerini alacaktır. O yüzde yayınladığınız fotoğraflarda ufuk çizginize dikkat edin. Çünkü henüz Picasso olmadınız, çiziktirdikleriniz sanat değil, Ulen bunu ben de çizerim diye kesekağıdı olarak değerlendirilebilir ve Usta deniz soldan akınca boğazın defineleri çıkar mı sence ortaya diye bir soruyla bile muhatap olabilirsiniz.
En azından ben böyle sorarım
Burada zoom objektif olan Af Nikkor 75-300 mm f:4,5-5,6 D nin bir kusuruyla karşılaşıyoruz. En açık diyaframda yani 300mm odak uzaklığında f:5,6 da çekim yapıyoruz. Makine kırpık sensör olduğundan odak uzaklığını 300mm den X1,5 çarpanıyla 450mm ye çıkarıyor. Yani mesafe uzuyor ama genişlik azalıyor. Güneş ışığı parasoley olmayan objektifin ön camını yalıyor ve kırılma kusuru olarak camın içinden geçen ışığın gök kuşağındaki gibi objektifin merkezinden çeperine doğru farklı renklerde tayflanmasını sağlıyor. Bize aynı denizin farklı renklerde katmanlar halinde görüntüsü kalıyor. Makine kayıt alıyor ve kendi adıma silemeyeceğim, hiç filtre kullanılmamış bir doğal cam kusuru fotoğraf sunuyor.
Bu da objektifin kusuru, pardon sanatı olsun.
Nikon D300S + Af Nikkor 75-300 mm. f:4,5-5,6 D
Kitap başka fikirlerin öğrenilmesi başka hayal dünyalarının tanınması amacıyla elde edilebilecek en güzel araçlardan biri. Elbette filmler veya videolar kadar etkili değil günümüz dünyasında çünkü ulaşılması biraz daha zahmetlice bu fikirlere. Zahmeti okumak için zaman ayırmaktan geliyor, elde edilmesi için ortamda ulaşılabilir olmasından geliyor. Fakat okunduğunda çok çok etkili başka fikirlerin ,tartışılması,üzerinde düşünülmesi ve sizde bir fikir oluşturması ve özümsenmesi açısından.Ayağınıza kadar gelmiş bir kitap fuarı belki de en çarpıcı yolu kitabı biraz daha ucuza almanın ve orijinal kitap sahibi olmanın. Orada da tehlikeler var elbette. Orijinal kitap bandrollü,kayıtlı eser ve bir fiyatı var. Birçok yerde orijinal olmayan hatalı baskılı (ki özellikle kanun önünde suçu hafifletme olarak kullanılıyor sanırım bu durum), hatta basanların kendi fikirlerinin yorumlarının üzerine satırlar yazılarak bindirildiği bir baskıya kimi zaman eksik sayfalara, kimi zaman aynı sayfanın defalarca basıldığı hatalı baskılara sahip kötü kopyalar satılıyor. Okuyucunun kitapta bandrol araması şart güvenlik önlemi olarak. Her gördüğünüz kitap sergisinden kitap alırken dikkat etmeniz gereken şeylerden biri de kitabı elinize alıp yavaş bir tempoda sayfalarını çevirirken hatalı baskılı sayfaların varlığını anlamaya çalışmanız. Şanslı olmanızı diliyorum bu konuda. Bandrollü, süslü püslü baskılı, hatta özel kutulu kitaplarda bile özellikle basan kuruluş ve ona sahip zihniyettekilerin orijinal eser dışında kendi zihniyetlerinin ilave ettiği satırlara veya çevirilere rastlamak mümkün olabiliyor bilhassa yabancı dilden çevirme kitaplarda. Hatta osmanlıca ve arapça eserlerin günümüze uyarlamalarında daha çok bu tehlike. Çünkü daha ziyade dini gerekçelerle öğrenme adına eski eserlere meraklı gençlere orijinal eserin doğru çevirisi yerine yayıncı kuruluşun zihniyetine mensuplarınca orijinal eserdeki ifadelerin kasıtlı olarak eğilip büküldüğü,kendi fikirlerinin orijinal fikir sahibinin miş gibi satırlar arasına sokuşturulduğu bazı yayınlarda görülüyor günümüzde. Yani kitap alın, kitap okuyun ama daha az tehlikede olmanın yolu yinede orijinal,kültür bakanlığınca bandrollenmiş kitap edinmeye çalışmaktan geçiyor. Biga AVM de gördüğüm bir kitap sergisi üzerine aklıma geliverenler bunlar.Yani yazdıklarım fotoğraftaki sergi için değildir, genelde fikir sahibi olmanız içindir oldukça okumayı seven bir dostunuzdan..
Nikon D300S + Tamron Adaptall-2 BBAR SP 35-80 f:2.8-3.8 CF Macro Model 01A
Dünyanın en zeki dedektifi Sherlock ve ortağı artık ülkeleri dışına çıkarak yeni tehlikeler ve suçları aydınlatmak adına maceralara atılmaktadır.Kendilerinden sürekli 1 adım önde hamlelerini bilen Prof. Moriarty (Jared Harris) ile büyük bir rekabete girecek ve onu yakalamak bir saplantıya dönüşecektir kahramanlarımız bu mücadelede başarılı olabilecek mi ? Evet filmimizi izleyerek bunu öğrenebilirsiniz keyifli seyirler.
www.nefilmizle.com/sherlock-holmes-2-golge-oyunlari-turkc...
x
youtube.com/watch?v=6FCzrXRlWAY
x
my.mail.ru/mail/mturkeynet/video/_myvideo/2.html
20. Sürücü 7,8 2011 (Drive 7,8 2011)
Dublörlük yapan ve üst düzey araba kullanabildiği için geceleri de soygunlara katılan bir sürücünün (Ryan Gosling) yaşamını anlatıyor. Sürücünün yaşamı, komşusu Irene’nin (Mulligan) hapisteki kocasına yardım etmeyi kabul etmesiyle daha da tehlikeli bir hal alır. Bir anda kendisini Los Angeles’ın en tehlikeli adamlarının hedef listesinde bulur. Şimdi hem kendi hayatını, hem Irene ve oğlununkini kurtarmak için yapacağı tek şey en iyi bildiği şekilde sadece araba sürmektir. Hossein Amini tarafından kitaptan uyarlanan filmin başrollerinde bağımsız yapımların yetenekli oyuncusu Ryan Gosling ve Carey Mulligan ile Bryan Cranston var. Yan rollerde ise Albert Brooks, Christina Hendricks, Ron Perlman ve Oscar Isaac bulunuyor. Film 64. Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülünü kazandı.
19. Gece Vurgunu 7,9 2014 (Nightcrawler 7,9 2014)
Hırslı bir genç olan Lou Bloom (Jake Gyllenhaal), Los Angeles’ta polis muhabirliği yapmaya başlar. Sürekli kazaları, cinayetleri ve buna benzer felaketleri kovalayan bir kamera ekibinin de katılımıyla, Lou yavaş yavaş suç dünyasına girmeye başlar. Ve zamanla birlikte seyirci olmakla suçları işleyen olmak arasında sınır giderek belirsiz bir hal alır.
18. Kabadayı 7,9 2007 (Kabadayı 7,9 2007)
Meşhur Kabadayılardan Ali Osman (Şener Şen) eski günlerine veda etmiştir. Beklenmedik bir anda yıllardır görmediği ve aşık olduğu kadının izini bulur ve bir oğlu olduğu haberiyle sarsılır. Oğlu Murat (İsmail Hacıoğlu) sevgilisi Karaca (Aslı Tandoğan) ile bir barda çalışmaktadırlar. Karaca’ya yıllardır aşık olan mafya üyesi Devran ise(Kenan İmirzalıoğlu) kızı geri alabilmek için herşeyi göze almıştır. Ali Osman’ın artık tek amacı oğlu Murat ve sevgilisi Karaca’yı canı pahasına korumaktır. Devran için hayattaki tek amaç Karaca’dır ve yoluna çıkan herşeyi ve herkesi yok etmeye hazırdır…
17. Günah Şehri 8,1 2005 (Sin City 8,1 2005)
En sert sokak dövüşçüsü yenilmez Marv, tanrıça kadar güzel Goldie ile beraber olur, fakat onu yatağında ölü bulur ve intikam peşindedir. Özel dedektif Dwight beladan kaçmaya çalışsa da o onu asla bırakmamakta, ve bir polisin katledilmesiyle de arkadaşlarını korumak için ne gerekirse yapmaya çalışmaktadır. Ve de şehirdeki en son dürüst polis Hartigan kariyerinin son saatinde, Senatörün sadist oğlundan 11 yaşındaki bir kızı kurtarmak üzere bir grupla beraber işe koyulur, ancak beklenmedik olaylar gerçekleşecektir.
16. Yaralı Yüz 8,3 1983 (Scarface 8,3 1983)
Brian De Palma yönetiminde ikinci kez çekilen ‘Yaralı Yüz’, Al Pacino’nun muhteşem oyunculuğuyla bir kült film haline geldi. ABD ve Küba arasındaki siyasi krizlerden birine yol açan tekne krizinde Amerika’ya gelen göçmenlerden Tony Montana (Al Pacino), önce küçük işlerde çalışmaya başlıyor, ancak bir süre sonra kolay para kazanmanın yolunu buluyor… Uyuşturucu piyasasının iyice haraketlendiği yıllarda, Montana da içine düştüğü bunalımı uyuşturucu pazarlayarak kazanacağı parayla yenmeye çalışıyor. Kendisine Amerikan rüyası diye yutturulan şeyin üstüne üstüne giden Montana, sonunda zirveye tırmanıyor, fakat kendisine çok şey borçlu olan sistem tarafından yokediliyor. Gittiği pahalı gece klubünde kendisine tiksinerek bakanlara ‘benden neden tiksiniyorsunuz, ama tek suçum sizin el altından yaptığınız pislikleri açık açık yapmam’ diyen Montana’nın öyküsü, aynı zamanda sinema tarihinin gördüğü en kanlı ve şiddetli filmlerden birisine dönüşüyor.
15. Taksi Şoförü 8,4 1976 (Taxi Driver 8,4 1976)
Vietnam gazisi Travis Bickle’ın bir surunu vardır. Geceleri bir türlü uyuyamayan Travis (Robert De Niro) geceleri çalışmak için taksi şoförü oluyor. New York’un sokaklara taşmış ve geceleri ortaya çıkan ‘pislikleri’ tek tek teşhis eden Travis, giderek yalnızlaşarak şizofren bir ruh haline bürünüyor. Beğendiği kadını etkilemekte başarılı olamayan Travis, bu arada sokakta gördüğü küçük bir fahişe kızdan (Jodie Foster) etkileniyor. Toplumla olan anlaşamazlığını silahlanarak ve senator Palantine’a suikast planlayarak göstermeyi düşünüyor. Suikastı başarısız olunca hiç değilse küçük fahişeyi bu hayattan kurtarmak için, kadın satıcısı-göz yuman-müşteri üçlüsünü darmaduman ediyor.
14. Kapışma 8,4 2000 (Snatch 8,4 2000)
Çaylak lisanssız boks organizatörleri Turkish ve ortağı Tommy yasadışı boks işindeki büyük isim tuğla kafayı maç için ikna ederler. Çingene Mickey maç yerine kendi kurallarıyla oynamaya başlayınca iş çığrından çıkar. Bu arada dört parmak franky ve 86 karatlık elmas londra’da kaybolmuştur. Franky’nin tuzağa düşürüldüğünü öğrenen kuzen Avi, Frakny’yi kontrol etmesi ve elması bulması için sağkoluyla Londra’ya gelir.
13. Rezervuar Köpekleri 8,4 1992 (Reservoir Dogs 8,4 1992)
Joe Cabot (Lawrence Tierney), büyük bir elmas mağazasını soymak için ,oğlunun da dahil olduğu bir ekip hazırlar. Renk isimlerini kod isim olarak kullanan ekibin adı, ‘rezervuar köpekleri’. İşinin ehli gibi gözüken ekipte, Joe’nun oğlu da vardır. Soygunun planları yapılır. En ince detayları bile gözden geçirilmiştir. Ama soygun planlandığı gibi işlemez. Mağazaya gelindiğinde tuzağa düşerler. Ekibin içinde bir polis vardır…
12. Otomatik Portakal 8,4 1971 (A Clockwork Orange 8,4 1971)
Geleceğin Britanyasında, ilaç bağımlısı bir çete her gece şiddet gösterilerinde bulunmaktadır. Adam dövüp, hırsızlık yapıp insanlara tecavüz etmektedir. Bir gece çetenin başı Alex diğerleri tarafından polise ihbar edilir. Hapse giren Alex’in cezasını hafifletmesi için önünde bir seçenek vardır: Bir deneye tabi tutulmak. Sonrasında Alex’in hayatı tümüyle değişecektir.
11. Köstebek 8,5 2006 (The Departed 8,5 2006)
“The Departed/Köstebek” Massachusetts Eyalet Polisi’nin şehrin en büyük suç organizasyonunu çökertmek için geniş çaplı bir mücadele başlattığı Güney Boston’da geçiyor. Amaç, güçlü mafya babası Frank Costello’nun egemenliğine içeriden bir müdahaleyle son vermektir. Güney Boston’da büyümüş olan genç çaylak Billy Costigan’a Costello’nun çetesine sızma görevi verilir. Billy, Costello’nun güvenini kazanmaya çalışırken, “Güney Yakası”nın sokaklarından gelen bir başka genç polis Colin Sullivan da eyalet polis teşkilatında basamakları hızla tırmanmaktadır. Özel Soruşturma Birimi’nde kendine yer bulan Colin, Castello’yu yakalamakla görevli az sayıdaki elit polis memurlarından biri olur. Üstlerinin bilmediği şey, Colin’in Costello için çalıştığı ve suç patronunun polisin hep bir adım önünde olmasını sağladığıdır.
Her iki adam da, içine sızdıkları organizasyonun planları ve karşı planları hakkında bilgi toplarken, sürdürdükleri çifte yaşamları yüzünden oldukça zorlanmaktadırlar. Ama hem gangsterler hem polisler aralarında bir köstebek olduğunu anlayınca, Billy ve Colin sürekli olarak düşman tarafından yakalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Dolayısıyla, kendilerini kurtarabilmek için karşı taraftaki köstebeğin kim olduğunu bulmak konusunda birbirleriyle yarışmaya başlarlar.
10. Eşkiya 8,5 1996 (Eşkiya 8,5 1996)
35 yıl önce Cudi dağlarında bir grup eşkıya jandarma tarafından yakalanır. 35 yıl içinde eşkıyaların hepsi ya hastalıktan ya da bölgedeki hesaplaşmalardan ötürü can vermiştir. Biri dışında; Baran…Baran 35 yıl sonra hapisten çıkınca ilk işi köyüne dönmek olur. Ama doğduğu topraklar şimdi baraj suları altındadır. Geçmişin izlerini sürmeye başlayan Eşkıya, yıllardır bilmediği bir gerçeği öğrenir. Hapse düşmesine en yakın arkadaşının ihaneti neden olmuştur. Bu arkadaş Eşkıya Baran’in çocukluk aşkını, Keje’yi satın alarak İstanbul’a kaçmıştır. Eşkıya ne İstanbul’u ne de arkadaşının adresini bilmemektedir. Tren’de, Tarlabaşı’nın arka sokaklarında büyümüş, pavyon, kumarhane, uyuşturucu muhabbetinin içinde yaşayan Cumali adlı genç bir adamla tanışır. Onla birlikte İstanbul’a gider ve kendisinin derdinin yanında bir de Cumali’nin derdiyle uğraşmaya başlar. İstanbul ve bu karanlık sokaklar adım adım sevdiği kadın Keje ye yaklaştırır Eşkıya’yı….
9. Yeşil Yol 8,5 1999 (The Green Mile 8,5 1996)
Bir hapishanede gardiyanlık yapan Paul Edgecomb’un görevi, hücrelerinden alınan idam mahkumlarını, elektrikli sandalyenin bulunduğu ölüm odasına kadar olan bir millik yeşil yoldan götürmektir. Edgecomb yıllar boyunca bu yoldan sayısız idam mahkumu nakleder. Ama hiçbirisi onu John Coffey kadar etkilemez. Oldukça iri yarı biri olan Coffey, iki küçük kızı öldürmek suçundan idama mahkum olmuştur. Ürkütücü görünümünün aksine oldukça duygulu ve karmaşık bir iç dünyası olan Coffey, bazı doğa üstü güçlere sahiptir. Edgecomb onunla yakınlaştıkça artık hiç beklenmedik yerlerde mucizelerin olabileceğine inanmaya başlayacaktır.
Esaretin Bedeli filmini de yönetmiş olan Frank Darabont, bu filminde de benzer bir atmosferi seyirciye başarıyla aktarıyor. Oscar Ödüllü Tom Hanks’in yanında, Michael Clarke Duncan ve James Cromwell gibi oyuncular başrolde yer alıyor.
8. Geçmişin Gölgesinde 8,6 1998 (American History X 8,6 1998)
Çok zeki bir öğrenci olan Derek, babası zenci bir uyuşturucu satıcısı tarafından öldürüldükten sonra, neo-Nazi olma yolunda büyük adımlar atmıştır. Babası Derek’te, zenciler hakkındaki düşüncelerinden dolayı etkiler bırakmıştır. Derek bir süre sonra Venice Beach neo-Nazi çetesinin liderinin sağ kolu olmuştur. ‘The Disciples of Christ’ yani İsa’nın Hizmetkarları, aynı bölgelerde yaşayan azınlıklardan ve beyaz olmayanlara karşı koruma sağlamak amacıyla, genç beyazlara yardım eli uzatmıştır. Çetenin lideri Cameron Alexander, bir Nazi sempatizanıdır.
Bir gece 3 zenci, Vinyard’ların evinde durur ve Derek’in arabasını çalmaya çalışır. Bunu öğrenen Derek, bir tanesini silahıyla öldürür, diğerini yaralar ve diğerinin kaçmasına engel olamaz. Yaraladığı zenciye, ağzını kaldırıma dayamasını emreder. Ardından kafasına sert bir darbe indirir. Bu zencinin boynunun ve çenesinin kırılmasını sağlar. Bir süre sonra beyaz polisler gelir ve Derek’i tutuklarlar. Bu sırada küçük kardeşi Danny olayın şokunu üstünden atamaz. 2 zencinin ölümüne sebep olması nedeniyle 3 yıl hapise mahkum edilir. Bu zaman içerisinde, kardeşi de onun gibi olmaya başlar.
7. Sevginin Gücü 8,6 1994 (Léon 8,6 1994)
Jean Reno ve Natalie Portman, sogukkanli bir katil ile küçük bir kiz arasindaki sira disi bagi anlatan bu kült filmde bir araya geliyor. Léon isinde tam bir profesyoneldir: Sessizce yaklasir, acimasizca öldürür, ustaca izini kaybettirir. Ayni apartmanda yasayan on iki yasindaki Mathilda, tüm ailesi öldürülünce Léon’a siginir ve intikam için kendisine yardimci olmasini ister.
6. Olağan Şüpheliler 8,6 1995 (The Usual Suspects 8,6 1995)
Polis San Pedro’da patlayan bir tekneyi araştırırdığında 27 ceset ve 91 milyon dolarlık uyuşturucu parası bulur. Olaydan kurtulan iki kişi, yanıklarla dolu vücuduyla korkmuş bir Macar terörist ve Verbal Kint adında bir tetikçidir.
Polisteki sorgusunda Kint, 6 hafta öncesinden başlayarak olayları anlatır. Beş suçlunun nasıl bir araya geldiğinden, kaçırılan bir kamyondan ve bir suç lordundan bahseder polislere.
5. Tanrı Kent 8,7 2002 (Cidade De Deus 8,7 2002)
2002 AFI Fest İzleyici Ödülü 2002 Havana Büyük Mercan; FİPRESCİ Ödülü; En İyi Erkek Oyuncu (Tüm Erkek Oyuncular): En İyi Görüntü; En İyi Kurgu 2002 Marakeş En İyi Yönetmen 2003 Bafta En İyi Kurgu Yılın en hareketli ve heyecan verici filmlerinden biri. 1960’larda inşa edilmiş ve 80’lerin başında Rio De Janeiro’nun en tehlikeli mahallelerinden birine dönüşmüş, sosyal konutlardan oluşan “Tanrıkent”te organize suçun destansı tarihi. Film 60’larda iki kenar mahalle çocuğunun seçtiği iki ayrı yolu takip eder. Rocket suç dünyasında geçecek bir hayatın gerektirdiği zihniyetten ve fizikten yoksundur. Fotoğrafçı olma hayalleri kurar ama fotoğraf makinesi alacak parası yoktur. Öte yandan, Küçük Ze çocukluğundan beri tam bir suçlu özellikleri taşır; acımasız, akıllı ve hırslıdır. Küçük yaşta planladığı bir genelev soygunu sırasında öldürmenin tadını alır, gün geçtikçe bu konudaki iştahı giderek artar. 70’lerde Ze, sakin ve becerikli Bee’nin desteğiyle, favela’nın (mahallenin) uyuşturucu ticareti üzerindeki kontrolünü sağlamlaştırır. 80’lerin başlarında “Tanrıkent”i çetelerarası savaş sarar ve amansız genç suçlulardan oluşan yeni bir kuşak çıkıp “eskilerin” yerini almaya çalışırken, artık bir fotoğraf makinesine sahip olan Rocket, onu bu bitmek tükenmek bilmez katliam döngüsünü belgelemede kullanır…
4. Ucuz Roman 8,9 1994 (Pulp Fiction 8,9 1994)
‘Altın Saat’, ‘Vincent Vega ve Marsellus Wallace’ın Karısı’, ‘Jules, Vincent, Jimmie ve The Wolf’.. Quentin Tarantino ve Roger Avary’e en iyi senaryo dalında Oscar kazandıran ‘Ucuz Roman’, bu üç öykünün zincirleme şekilde birbirine geçmesinden oluşmuş bir hikayeyi anlatıyor. Profesyonel boksör Butch Coolidge (Bruce Willis) ünvan maçında kaybetmek için ünlü mafya babası Marsellus Wallace’dan (Ving Rhames) para alıyor ancak sözünde durmayarak rakibini nakavt ediyor. Bunun üzerine Wallace, en yetenekli tetikçilerinden Vincent Vega’yı (John Travolta) Butch’un evine yolluyor… İkinci ve üçüncü öykülerde ise Vincent’ın bu olaylardan önce, ortağı Jules’la (Samuel L.Jackson) yaptıkları ve Marsellus’un karısı Mia (Uma Thurman) ile birlikte geçirdiği akşam anlatılıyor.
3. 12 Kızgın Adam 8,9 1957 (12 Angry Men 8,9 1957)
Latin kökenli bir Amerikalı genç babasını bıçaklayarak öldürdüğü gerekçesiyle birinci dereceden cinayetle suçlanır ve mahkeme önüne çıkarılır. Sanığın kaybettiğini söylediği bir bıçak cinayetin işlendiği odada bulunmuştur, mahkemeye sunduğu savunma oldukça zayıftır ve kurbanın çığlıklarını ve katilin kaçışını duyduklarını söyleyen pek çok tanık vardır, dolayısıyla dava kısa sürecek gibi görünmektedir. Sanık suçlu bulunduğu taktirde idama mahkum edilecektir.
Jüri üyeleri kararı açıklamak için odalarından döndüklerinde şaşırtıcı olmayan sonuçlar ortaya çıkar: oniki jüri üyesinden onbiri genç adam hakkında ‘suçlu’ hükmünde bulunmuşlardır. Sekiz numaralı jüri üyesi Davis ‘suçsuz’ hükmü yönünde oy veren tek üyedir.
Davis’in jüri üyelerini kararlarını tekrar düşünmeye ve eldeki kanıtları tekrar değerlendirmeye ikna etmeye çalışması esnasında her jüri üyesinin ‘suçlu’ kararı vermesinin arkasında aralarında yabancı düşmanlığı, kanuna aşırı güven, çoğunluğa uyma, geçmişle hesaplaşma gibi farklı kişisel sebepler olduğu ortaya çıkar.
2. Baba 9,2 1972 (The Godfather 9,2 1972)
Baba üçlemesinin bu ilk filmi, New Yok suç örgütlenmesi içerisinde, en güçlü ailelerden biri olan, İtalyan kökenli Carleone’lerin, suçun yapısının değişmesiyle birlikte geçirdikleri değişim konu alınıyor. Ailenin başındaki Don Vito Carleone, çevreden gelen baskılara rağmen, yeni oluşan uyuşturucu pazarına girmek istemeyince, diğer ailelerin düşmanlığını kazanmaya başlar. Kendisine düzenlenen suikast sonucu güçten düşünce, ailenin liderliğini yavaş yavaş oğullarına devretmeye başlar. Her ne kadar, yanında büyüyen Sonny, ailenin liderliğini devralmaya daha yakın görünse de, Don’un aklında çok ateşli biri olan, soğukkanlı davranamayan Sonny yerine, eğitimini sürdüren ve yıllardır aileden uzakta olan Michael vardır.
1. Esaretin Bedeli 9,3 1994 (The Shawshank Redemption 9,3 1994)
Şaibeli bir şekilde karısını öldürmek suçundan Shawshank hapishanesine gönderilen Andy Dufresne (Tim Robbins), burada hiç alışık olmadığı bir hayat mücadelesi vermeye başlıyor. Hapishanede tanıştığı Ellis Redding (Morgan Freeman) onun en yakın dostu oluyor ve kendi deneyimleriyle Dufresne’e mücadele gücü veriyor. Film, Stephen King’in aynı adlı romanından sinemaya uyarlandı ve gösterildiği ülkelerde büyük ilgiyle karşılandı ve 7 dalda Oscar’a aday gösterildi.
Bonus 1. 21 Gram 7,7 2003 (21 Grams 7,7 2003)
Profesör Paul Rivers ve karısı Mary, birlikteliklerinin ölüm ve yaşam arasındaki dengeyle paralel olduğunu farkederler. Adam ölümcül bir hastalığın pençesindedir ve kalp nakli için sıra beklemektedir. Kadın ise yapay döllenme sonrasında hamiledir ve çocuğunu doğurmaya hazırlanmaktadır. Christina Peck, zor geçen gençlik dönemini çabuk olgunlaşarak atlatmış iki çocuk annesi bir kadındır. Kocası Michael ve kardeşi Claudia ile birlikte çevrelerine mutluluk ve umut saçmaktadırlar. Daha düşük ekonomik düzeye sahip Marianne iki çocuğuna bir gelecek yaratmaya çalışırken, eski bir suçlu olan kocası Jack kendisini dine adamıştır.
Trajik bir kaza, bu üç çift ve ailelerinin hayatlarını kesiştirecektir. Birbirlerinin de desteklerini alarak hayatlarındaki en önemli soru işaretlerini cevaplandırmaya çalışacaklardır.
Bonus 2. 25. Saat 7,7 2002 (25th Hour 7,7 2002)
Monty Brogan’ın (Edward Norton) özgürlüğünün son 24 saatinde zaman hızla geriye saymaktadır. 24 saatlik süre bittiğinde yedi yıl yatmak üzere hapishaneye girecektir. Bir zamanlar Manhattan’ın kralı olan Monty artık alıştığı yaşama; kendisine New York’un en gösterişli kulüplerinin kapılarını açan ama aynı zamanda da en yakın dostlarına yabancılaştıran yaşama veda etmek üzeredir.
Monty özgürlüğünün son gününde eskiden tanıdığı insanlarla yeniden iletişim kurmaya çalışır. Bunların başında oğlunun uyuşturucu işine bulaşması nedeniyle her zaman sorunlar yaşayan babası (Brian Cox) vardır. Eski günlerdeki yakın arkadaşlarından ikisi olan Jacob (Philip Seymour Hoffman) ve Slaughtery (Barry Pepper) ile de buluşur. Son gününde görüştükleri arasında kız arkadaşı Naturelle de (Rosario Dawson) vardır. Kendisini polislere ihbar edenin o olup olmadığından bile emin değildir. Monty aslında hiçbir şeyden emin değildir. Tek bildiği önündeki zamanın hızla azaldığı ve yapması gereken tercihler olduğudur.
“Summer of Sam”, “Do the Right Thing” ve “Malcolm X”in ünlü yönetmeni Spike Lee, son çalışması “25th Hour”da hayatında yaptığı hatalara dair günah çıkartmaya çalışan ama bunu yaparken de hayatın kendisini bu noktaya nasıl getirdiğinden emin olamayan bir uyuşturucu satıcısının özgürlüğünün son 24 saatlik dilimine ışık tutuluyor.
Touchstone Pictures’ın sunduğu “25th Hour”un yönetmenliğini Spike Lee üstlendi. Yapımcılığını Tobey Maguire, Julia Chasman, Spike Lee ve John Kilik’in üstlendiği filmin senaryosunu, kendi kaleme aldığı romanından yola çıkarak David Benioff yazdı. Başrollerinde Edward Norton, Philip Seymour Hoffman, Barry Pepper, Rosaria Dawson, Anna Paquin ve Brian Cox kamera karşısına geçti.
Bonus 3. İçerideki Adam 7,6 2006 (Inside Man 7,6 2006)
“The Inside Man”de anlatılan olaylar zinciri aslında oldukça sade/basit şekilde başlar. Dünya çapındaki finans kurumlarından Manhattan Trust’ın Wall Street şubesinin kalabalık lobisine boyacı kıyafetleri giymiş dört kişi gelir. Kostümlü soyguncuların başlattığı mükemmel planlanmış kuşatma saniyeler içinde sonuçlanır. Soyguncular tarafından rehin alınan 50 kadar banka yöneticisi, o andan itibaren çok iyi organize edilmiş bir soygun operasyonunun pençesine düşmüştür.
Soyguncuların lideri Dalton Russell (Clive Owen) ile sağlıklı iletişim kurulması ve rehinelerin zarar gelmeden kurtarılması için New York Polis Departmanı (NYPD) dedektiflerinden Keith Frazier (Denzel Washington) ile Bill Mitchell (Chiwetel Ejiofor) görevlendirilir. Acil Durum Birimi (ESU) Başkanı John Darius (Willem Dafoe) ile omuz omuza çalışan dedektifler, olayın kısa sürede barışçı yöntemlerle çözüleceğinden, bankanın kontrol altına alınıp rehinelerin kurtarılacağından umutludur.
Ancak işler planlandığı gibi gitmez. Bankayı ve müşterileri rehin alan Russell son derece kurnaz, dikkatli, zeki ve soğukkanlı bir soyguncudur. Sadece rehin aldığı müşterilerin değil, yetkililerin de kafasını karıştırıp dikkatini dağıtacak çok titiz bir plan yapmıştır. Dışarıda banka önünde toplanan kalabalıktaki gerilim düzeyi hızla artarken hummalı bir çalışmaya giren Frazier ve kurmayları, bütün dikkatlerini Russell’ın kontrolü kaybetmesine vermişlerdir.
Soyguncular sürekli olarak polisin bir adım önünde gibidir. Bitmek tükenmek bilmeyen akıl oyunlarıyla Frazier ve Darius’u her aşamada safdışı bırakırlar. Bu işin içinde başka işler olabileceğine dair Frazier’ın birtakım kuşkuları vardır. Bayan borsa brokerı Madeliene White’ın (Jodie Foster) devreye girişiyle beraber olay bambaşka boyutlar kazanır. Madeliene’ın, Russell ile özel görüşme yapmayı talep etmesiyle Frazier’ın kuşkuları doğrulanmıştır. Öte yandan bankanın Yönetim Kurulu Başkanı Arthur Case da (Christopher Plummer), ele geçirilen şubenin içinde olup bitenlerle dakika dakika ilgilenmektedir.
Soyguncular tam olarak neyin peşindedir? Saatler ilerledikçe daha da gerginleşen durumu yatıştıracak tedbirler neden işe yaramamaktadır? Durum giderek belirsiz hale gelirken Frazier artık bu işin içinde birtakım görünmez bağların olduğuna, başka bir yerlerde gizli toplantıların sürdüğüne ikna olmuştur. Sadakatlerin ve davranışların sorgulandığı ortamda çok riskli bir kedi-fare oyununa başlamıştır. Ancak oyunun kuralları sürekli değişmektedir. Atacağı yanlış bir adım, sinirleri sürekli diken üstünde tutan bu kedi-fare oyununun felaketle sonuçlanmasına yol açabilecektir.
Bonus 4. Savaş Tanrısı 7,6 2005 (Lord of War 7,6 2005)
Gerçeklere dayanan “SAVAŞ TANRISI/LORD OF WAR” uluslararası silah ticaretini konu alan bir aksiyon macera. Film Soğuk Savaş’ın bitmesinin az bilinen sonuçlarını işliyor: Eski Sovyetler Birliği’nin elinde kalan muazzam yüklü silah stokunun gelişmekte olan ülkelere (özellikle Afrika’ya) satılması ve bunları satan silah tacirlerinin kazandıkları büyük paralar.
Çoğu kişi bunun 20. yüzyılın en büyük vurgunu olduğunu düşünüyor. Sadece Ukrayna’da 1982-1992 yılları arasında 32 milyar dolarlık silah çalındı. Şu ana kadar herhangi biri ne yakalandı, ne de hüküm giydi. Film silah taciri Yuri Orlov’un dünyanın dört bir yanındaki maceralarını takip ediyor. En ölümcül savaş alanlarında bulunan Yuri, kendisine aman vermeyen İnterpol ajanının, iş hayatındaki rakiplerinin ve müşterileri arasında bulunan, dünyanın en kötü şöhrete sahip diktatörlerinden bazılarının hep bir adım önünde olmak için uğraşıyor.
En nihayetinde bir de kendi vicdanıyla yüzleşmek zorunda kalıyor.
Bonus 5. Amerikan Sapığı 7,6 2001 (American Psycho 7,6 2001)
Bret Easton Ellis’in ‘Amerikan Sapığı’ romanından uyarlanan ‘American Psycho’, Patrick Bateman (Christian Bale) isimli genç bir Wall Street zengininin işlediği cinayetleri ve tüketim kültürünün bireyde yarattığı yabancılaşmayı konu alıyor.
insan bazen güzel bir fotoğraf çekmek uğruna kendini en tehlikeli ortamlara atar, vahşi hayvanlarla bile boğuşur ya...işte öyle bir durum :))
Fotoğraf çeken herkes bilir:
görevimiz tehlike!!! :))
Beni Affet 860. Bölüm Özeti
Demir yeni bir plan peşinde!
Kemal’in Yusuf’u zorla elinden almasına bir türlü anlam veremeyen Bahar, Demir’in tanıdığı avukat yardımıyla kanuni yola başvurur. Demir ise Bahar’ı elde etme planının bir parçası olarak, İnci’den Kemal’e boşanma davası açmasını ister.
Nezarethaneden çıkan Cüneyt, tükenmiş bir haldedir. Feride’nin ölümünün ardından, suçlu olarak kendilerine ulaşılabileceğinden korkan Hasret, Doktor Ahmet’in yardımıyla Cüneyt’i elde etmek için akla gelmeyecek planlar kurmaktadır. Babasının ani ziyareti, Reyhan’ın tüm keyfini kaçırır.
Beni Affet 859. Bölüm Neler Olmuştu?
Bahar’a aşık olan ve evlenmek isteyen Demir, İnci ile birlikte yapmış olduğu planını adım adım uygulamaya koyar. Yusuf’un tahlil sonuçlarını değiştirerek, hastalığının ilerlemiş gibi olduğunu göstermek ilk basamaktır. Bahar ise aralarındaki meseleye, sonunda Yusuf’u da alet etmekle suçladığı Kemal’e ateş püskürür.
Feride’yi öldüren kişinin Nalan olduğunu düşünen Cüneyt, hastanede Nalan’ın boğazına yapışır. Osman Kozan, gözü intikamdan başka bir şey görmeyen Cüneyt’i yanlış bir şey yapmasından vazgeçirebilecek midir? Annesiz kalan Güneş’i yanında büyütmek isteyen Zühre ve Yıldız’ın planları istedikleri gibi yürümez.
Bu Haftanın Tüyoları!
Bahar’ın elinden alınan Yusuf’un arkasından bütün aile harekete geçer. Yusuf’u geri almak için Bahar Demir’in avukatlarına baş vurur.. Demiz “elinden” geleni ardına koymamaya kararlıdır.. Çünkü “Bahar’la” evlenmeyi kafasına koymuştur. Yusuf’un durumunu kullanıp Bahar’ı elde etmeye çalışırken İnci’yi de kullanmayı ikna etmez. İnci’nin Kemal’den boşanması için dava açmasını ister? Demir’in aklından ne geçmektedir?
Öte yandan Kemal “Yusuf’u” vermemek için, Bahar’ın geçmişte yaşadıklarını bile öne sürecek kadar uç bir noktaya doğru gider. Amacı inci hiçbir şeyi fark etmeden, Yusuf’u iyileştirmekten işler giderek daha da sarpa sarmaya başlar. Bahar’la arası giderek açılan Kemal’in karşısına bütün aile, polislerle dikilirler.
Öte yandan Cüneyt’in Nalan’ın boğazına yapışması, Osman’ın bu duruma müdehale etmesiyle sonuçlanır ama Cüneyt’in bu işin peşini bırakmaya niyeti yoktur fakat sağlığını da tehlikeye atmaktadır. Yemek yemeyen, uyumayan bir Cüneyt’e doğru dönüşür.
Hasret ve Solmaz, Ahmet’in aracılığıyla Cüneyt’e ilaç vermeye bile başlarlar ama Cüneyt’in bütün bunlara yanıtı “asla” bu işin peşini bırakmamaktır. Aziz’in arabasının tekerinin indirildiği ana dair görüntüleri elde eder.. Bu işin arkasında kim varsa Cüneyt giderek yaklaşmaktadır..
Öte yandan EVET herkesin merak ettiği soru şu ki FERİDE Hayatta mı? Öldü mü? İlk defa ve her yerden önce FERİDE ölmedi arkadaşlar. Ne oldu da oradan çıktı ve şu anda nerede, KİMİN yanında ne yiyor ne içiyor hepsini ilerleyen haftalarda göreceğiz. Ama hepsinden önemlisi FERİDE HAYATTA ve ÖLMEDİ.
Birazda Geçmiş Bölümlerde Neler Olmuş Onları İnceleyelim;
Beni Affet 858. Bölüm Neler Olmuştu?
Yusuf’un hastalığının ilerlediğini zanneden Kemal’in, oğlunu yanına alabilmek için tek bir çaresi kalmıştır. Olayı duyan Bahar, Şahin ve Umut sinirden deliye döner. Kader’e aşık olduğunu söylemek için gözünün açılmasını bekleyen Mahir, ameliyat için gün alır.
Sonunda Feride’nin öldüğü gerçeğiyle yüzleşen Cüneyt, katili bulmak için ant içer ve ilk şüpheli olarak gördüğü Nalan’ın boğazına yapışır. Diğer yandan Feride’nin ölmeden önce, Osman Kozan için hazırlamış olduğu bir video kaydı ele geçer. Hasret ve Solmaz’dan haz etmeyen Zühre ve Yıldız, Güneş Bebeğe bundan böyle kendileri bakmaya karar verirler.
Beni Affet 857. Bölüm Neler Olmuştu?
Demir’in Yusuf’un tahlillerini değiştirerek, durumunu ağırlaştı gibi göstermesi üzerine paniğe kapılan Kemal, Yusuf’u acilen hastaneye götürebilmek için, Sevgiler’e gider. Ancak bahanelere anlam veremeyen Bahar ve Sevgi, Kemal’e Yusuf’u vermek istemeyecektir.
Feride’nin ölümünün ardından beklenen itfaiye raporu açıklanır. Odanın kilitli olduğu ve kimyasal bir madde bulunduğunun belirtilmesi üzerine Cüneyt, Feride’ye böyle cani bir ölüm planlayan kişinin sadece Nalan olabileceğini düşünür.
Beni Affet 856. Bölüm Neler Olmuştu?
Yangında ölen kişinin Feride olduğunun ortaya çıkmasının ardından, tüm aile yasa boğulur. Kızının geçmişte yaşadıklarından kendini sorumlu tutan Aziz, Feride’nin ani ölümüyle adeta yıkılır. Acaba Kemal, Cüneyt’i düzenlenen cenaze törenine gitmek için ikna edebilecek midir?
Feride’nin ölüm haberini alan Bahar, destek olmak için Kemal ile birlikte Kozanlar’ın yanındadır.
Hastane kayıtlarına ulaşmaya çalışan Demir, Yusuf’un hastalığını öğrenebilecek midir?
Kader’in yoğun ısrarlarına dayanamayan Mahir, sonunda ameliyat olmaya razı olur.
Dizinin Hikayesi
Osman KOZAN, yıllar önce Kayseri’den gelmiş ve Ankara’nın sayılı zenginleri arasına girmiş bir iş adamıdır. Siteler’de bir atölye ile başlayan mobilya üretimini, şimdi bir mağazalar zincirine, şirketini de Ortadoğu’ya ihracat yapan büyük bir Holding’e dönüştürmüştür. Katı bir adamdır Osman. Disipline her şeyden çok değer verir. Şirketi ve ailesini adeta ‘demir yumruk’la yönetir. Ancak işte çok iyi işleyen bu yöntem, ailede maalesef işlemez.Çocuklarının ayrı ayrı mutsuzluğuna sebep olur Osman. Tabii Karısı Zühre’nin de.
Ailenin büyük kızı Yıldız, babasının ortaklık kurduğu Doğulu bir ailenin oğlu Ferman ile adeta iş antlaşmasının bir uzantısı olarak evlenir. Her ne kadar kocası kendisine son derece saygılı olsa da, kaynana Sultan ile arası hep biraz mesafeli olur.
Hele bir de çocuk sahibi olamayınca, Sultan hayatını zindana çevirir Yıldız’ın. Ama Yıldız arada babası varken boşanmayı asla göze alamaz. Sürekli doktorlara taşınır durur. Sultanınsa niyeti, oğluna evlat verecek yeni bir gelin bulmaktır. Yıldız gözlerinin önünde oynanan bu oyunu sadece seyredebilir. Büyük oğul Cüneyt ailenin bel kemiğidir aslında. Üniversite’yi bitirir bitirmez babasının yanında işe başlamıştır. Babasının bütün sertliklerine uysallıkla karşılık vererek şirketi yönetmektedir. Birkaç yıl önce başından tatsız bir ilişki geçen Cüneyt kadınlara karşı güvensizdir. Ancak eve gelen annesinin uzak akrabası Feride ile her şey değişir. Cüneyt Feride’de aradığı saflığı ve samimiyeti bulur. Feride de sever onu. Ancak Osman bu ilişkiye asla onay vermez. Feride aileye karşı minnet doludur. Bu yüzden baba ile oğulun arasının bozulmasını istemez ve uzaklaşır Cüneyt’ten. Tam o sırada da Cüneyt’in hayatına Eylül girer. Osman için ideal gelin adayıdır Eylül. Hırslı, zengin ve alımlı. Oğlunun Eylül’le evlenmesi için her şeyi yapar Osman. Oysa bunun ailesinin felaketini hazırladığından haberdar değildir.Eylül, yıllar önce Osman’ın öldürttüğü ustabaşı’nın kızıdır. Babaları öldüğünde Eylül beş yaşındadır. Kız kardeşi ise iki. Eylül ve kardeşi bir yetimhaneye verilir. Kısa süre sonra Eylül, kardeşinin izini kaybeder. Yıllarca onu arasa da bulamaz. Şimdi tek hedefi kalmıştır: Osman’dan intikam almak ve bu aileyi yok etmek. Bunu isteyen biri daha vardır: Kuzen Tunç.
Tunç’un da yıllar öncesine dayanan bir hesabı vardır dayısı ile. Ve iki gözü dönmüş karakter işbirliği ederek içten yıkmaya başlarlar Kozan ailesini. En önce de Feride’ye ağır bir iftira atarak Cüneyt ile Feride’yi ayırırlar. Feride evden gider, ancak Eylül’ün Feride ile işi bitmez. Cüneyt’in hala onu sevdiğini bildiği için, her gittiği yerde karşısına çıkar, Feride’nin hayatını tam bir cehenneme çevirir.
Eylül Feride’ye son darbeyi indirmeye hazırlanırken, öğrendiği gerçekle şok olur…
Bu arada Cüneyt Eylül’ün geçmişine dair yeni bilgilere ulaşmıştır. Artık onu sevmediğini fark eder. O da gerçek aşkı Feride’nin peşine düşer. Üçlünün karşılaşmaları büyük patlamalara gebedir artık…
Mehmet Kemal ise ailenin en başına buyruk ferdidir.
Babasının katı kurallarına hep karşı çıkmıştır. Avrupa’da tahsilini tamamlayarak eve dönmüştür. Osman artık oğlunun Handan ile evlenmesini beklemektedir. Handan Mehmet Kemal’in hem çocukluk arkadaşı, hem de uzatmalı sözlüsüdür. O da Ankara’nın sayılı zenginlerinden olan bir ailenin kızıdır.
Mehmet Kemal aşık olmasa da sever Handan’ı. Bahar’la karşılaşmasa belki evlenir de. Ama Bahar alt üst eder onun hayatını. Başka bir dünyadan, bambaşka bir kızdır Bahar. Mehmet Kemal, evin emektarlarından Nazire’nin oğlu Berat ile de çocukluk arkadaşıdır. Ve onun çalıştığı minibüs durağına takılmayı çok sever. Yine böyle bir günde karşılaşır Bahar ile. Ve aşık olur. Bahar da sever onu. Ama zengin Mehmet Kemal olarak değil, minibüs şoförü Mehmet Kemal olarak. Ve Mehmet Kemal bir türlü bu gerçeği söyleyemez kıza. Onun yalana karşı ne kadar hassas olduğunu bildiğinden hep erteler gerçekleri söylemeyi. Oysa Osman bir gün takip eder oğlunu.
Ve Bahar’ın karşısına çıkarak tüm gerçeği anlatır. Onun Mehmet Kemal için sadece bir eğlence olduğunu söyler. Gönül rahatlığı ile döner eve Osman. Artık bu hikayeye bitmiş gözüyle bakar.
Oysa onun bilmediği, gönül işlerinin ferman ile çözülemeyeceği, çocuklarının birer çalışanı olmadığı gerçeğidir.
Geçen zamanla bu gerçeği çok acı bir şekilde öğrenecektir Osman...
Yapımcı: Nilgün Sağyaşar
Uygulayıcı Yapımcı: Mehmet Erişdi
Yönetmenler : Gürsel Ateş, Mihriban Şahin, Bergüzar Demiroğlu.
Öykü Ve Senaryo: Vural Balıkçı, Baran Yıldırım, Ayşem Özge, Yoldaş, Merve Ateşoğlu.
Genel Koordinatörler: Gülsen U.Erişdi, Altan Yücel.
Oyuncular: Şeyma Korkmaz (Feride), Murat Danacı (Cüneyt), Gaye Turgut Evin (Bahar), Mert Altınışık (Kemal), Nusret Şenay (Osman), Ulviye Karaca (Zühre), Zeynep Yasa (Yıldız), Ötüken Hürmüzlü (Ferman), Gamze İğdiroğlu Başarır (Eylül), Özgün Çoban (Tunç), Deniz Evin (Umut), Ceren Y.Karakoç (Kader), İlkay Kayku Atalay (Sevgi), Zeynep Aytek Metin (Nazire), Cüneyt Mete (Cesur), Kerem Poyraz Kayaalp (Berat), Yağmur Özbasmacı Mermer (İnci), Hasan Çağdaş Kılıç (Sait).
Beni Affet yeni bölümleriyle haftaiçi hergün Star Tv’de. www.dizi-haberleri.com/diziler/beni-affet-860-bolum-1-ara...
Kelebekler bile o kadar sevimli mahluklar olmalarına rağmen bazen gölgenin yani muğlak olmanın, belirsizliğin, şüpheli görünmenin nimetlerinden, kendilerine sağlayacağı faydaların, çıkarların gücünü kullanarak düşmanlarını korkutmak isterler. Onların ki doğal savunma mekanizmasıdır. Fakat insanlarda karanlığın, gölgenin ürkütücü gücünü kullanmanın hep toplum psikolojisinden ve sosyolojiden yararlanmanın aracı olduğu gerçektir. Bizde her halta yeni bir isim bulup onu şirin göstermenin kullanılmaya başlaması yeni değil. Bu işin bugünkü kılıf geçirilmiş modern adı Toplum Mühendisliği. Hani kaldırım mühendisliği derlerdi eskiden aylak gezmenin adına ya işte o. Misal yani (Türkan hanım kulakların çınlasın). Toplum mühendisliğini en iyi kullanan insanlar totaliter anlayışa sahip az bir güçle çok güçlüymüş gibi kendilerini gösteren insanlardır. Mafya, çirkin politikacılar, mafyalaşmış sivil toplum kuruluşu profesyonel yöneticileri, hatta toplum idaresine soyunmuş insanların birlikteliğinden oluşan siyasi partiler bile bu tehlikeyi içerirler zaman zaman.
İnsanoğlu yaratılışında algıları açık bir varlıktır. Yani çevresini oluşturan Yaratıcının Kün (ol) demesiyle oluşmak ve (İsteyerek veya istemeyerek bir araya gelin) emriyle de bir arada bütünlük göstermek zorunda olan frekansları farklı ışınınmlar enerjiler bütünü olan madde dünyasını algılamak için kendisine verilmiş farklı frekans algılayıcıları kullanmayı büyüdükçe öğrenir. Önce dokunur,anne karnında bile çevresini saran amnio sıvısının (rahim içinde yaşadığı sıvı) tenine yaptığı sarmalama, sonraları oluşan el ve ayaklarının oynamaları sonucu dokunduğu yerlerden algıladığı sınırlı kesecik annenin ona sağladığı güven duygusudur.O anneyi bilmese de henüz içinde yaşadığı güvenli ortamı dokunarak tanımıştır. Sonra kulakları ve gözleri oluşur. Burada ilk devreye giren kulaklardır, yani dokunma, temas yoluyla algıladığı fakat hissettiği ve anlamlandıramadığı başka bir frekans dünyasını,onun algılayıcıları olan kulaklar çalışmaya başladıkça tanımaya başlar ve anne karnında annesinden ve daha uzak çevreden gelen sesleri duymaya başlar. Artık sıra görsel frekans algılayıcılara gelmiştir. Anne karnında geliştikçe olgunlaşan gözler başlangıçta kapalıdır fakat son zamanlara doğru olgunlaşır ve göz kapakları açılıp kapanmaya başlar İlk algıladığı ışığın ki anne karnı genelde karanlıktır) varlığı ile çevresini başka bir açıdan da tanımaya başlar. İlginç olan görmek istediği alanın darlığıdır ve normalde insanın günlük yaşamda ancak gözlükle bakabileceği kadar yakın bir çevreye bakmaktadır. yani görecek fazla bir şey yoktur. O yüzden yarı karanlık için gözlere fazla ihtiyacı olmaz. Kulaklardan ve temastan elde ettiği algılama yeterlidir şimdilik. Vücudunun ihtiyacı olan soğuk-sıcak, dokunma ile sert, yumuşak,şekil gibi kavramların temelleri iyice sağlamlaşmaya başlarken anne karnının güvenli ortamı hem fiziksel olarak hem de anneden kaynaklı olarak genlerine işlenmiş dna programcıkları yoluyla yolun sonuna gelindiğinin anlaşılmasını sağlar. Amnios yaşam bitmektedir. Sonrasında doğum ve ötesi yaşam dönemi başlar. Dışarıya çıkışta geçtiği dar tünelin ve anne kemiklerinin zorlamalarının vücudunda yarattığı acıyı tam çözemese de kendisinin canını acıtabileceğini anladığı bir dünyaya gelmiştir. Ciğerlerinin havayla dolmasıyla birlikte insanoğlunun sudaki yaşamı bitmiş,yüzer varlık artık çoğunluğu azottan oluşan hava denen bir gaz içinde ve yerçekimi denen kuvvetle tek başına başa çıkmaya çalışacaktır. Ağlamaya başlar. Bu onu şaşırtmıştır aslında havayı kullanarak bu kadar güçlü bir ses çıkarabileceğini deneyimleme şansı yoktur anne karnında. Ses telleri ise titreşse bile su içinde oluşan sesle, hava yoluyla oluşan ses hem kalite, hem frekans açısından farklıdır ve çok güçlüdür. Artık sesle çevresiyle iletişim sağlamaya başlar.Derdini anlatmak için kendisini ifade etmelidir. Anne karnında bir boru yoluyla annesinin ve kendisinin vücutları arasında kurulmuş olan iletişim artık yoktur. Sesinin ne kadar çok çıktığını anladıkça ve çevresindekilerin onun isteklerini yerine getirmek için gayretlerini algıladıkça daha kuvvetle bağırır ve ağlar.Bu ona ciğer kapasitesinin de gelişmesi için verilmiş bir silahtır. Bu alışkanlığı ileride en iyi devam ettiren insan grubu politikacılardır, o yüzden meydanlarda binlerce, onbinlerce,yüzbinlerce belkide milyonlarca insanın sesinin üzerinde bir frekans kulanmayı öğrenir ve bağırır durur. Tabii teknoloji yardımıyla bunu kullanan sanatsal insan gruplarını da unutmamak lazım:yoksa konserler ne işe yarardı. Sonunda sesin gücü yanında gözlerini açtığında veya kırpıştırdığında ise anne karnında bir karış mesafede algıladığı çok zayıf ışık altındaki ortama alışmış olan gözler acır. Göz bebeklerinin yani irisin ışığın şiddeti karşısında algılayabileceği seviyede ışık almaya uyarlanması da öğrenilmesi gereken bir zaman ister. Sonuçta gözlerde dışarıdaki şiddetli ışık frekansına uyum sağlar.Artık insan ışıkta yaşayan bir varlıktır. Görmek için gerekli olan frekans tahsisi bedavadan,beyin tarafından gözlere ayrılır. İletişim 250 G hızında devam ederken işitsel frekanslardaki algılama ve üstüne üstelik gözlerce algıda yerçekimine uyum için denge ayarı da kulaklara verilmiştir ve kulaklar hem ses, hemde denge ferkanslarının aracıdır artık. Soğuk sıcak, tatlı ekşi, tuzlu gibi değişik frekans algılamaları dil denilen ağız içi organca yürütülür. Zamanla öyle bir hale gelirki bu alışkanlık beyin daha önceleri elle,vücutla hissedebildiği ses dalgalar ve titreşimlerin çoğunun algılanmasını sadece kulak yoluyla yapmaya başlar. İnsan tamamlanmıştır ama algılamada sadece beş duyuya mahkum etmiştir kendini. Bu arada ışıkta yaşamaya iyice alışan insan karanlık ve alaca karanlık gibi ortamlarda görmemeye başladığını farkeder. Onun bu yeteneklerinin köreldiğini farkeden diğer yaratıklar ışıklı ortamda yanına bile yaklaşamadıkları insana karanlık ve loş ortamlarda saldırmaya başlarlar çoğunlukla. Çünkü savunma görme yeteneğinin azalmasıyla azalmış, alaca karanlıkta ve karanlıkta yaşamaya kendilerini alıştırmış hatta görmek için kokuyu,titreşimi bile kullanabilir hale gelmişlerdir onlar. İnsan korkmaya başlar karanlıktan. Artık sinsi güçlerin karanlık faaliyetleri daha da artmıştır.Kitleler karanlık ve yarı karanlıkta yollarını iyi göremedikleri için çok daha kolay yoldan çıkarılırlar. Bunun için çıkar şebekeleri birbirleriyle ortak iş yapmaya başlarlar. İçine medyayı da göz boyayıcı olarak kattıkları için çok etkili bir beyin yıkama başlamış ve gölgelerde yaşayan aslında zavallı kelebekler dev gibi karanlık gölgelerinin kalplere saldığı korkuyla bir çok düşmanını korkutup kitleleri daha kolay yönetilir hale getirmişlerdir. Bu durumdan kurtulmanın insan için tek yolu aydınlıkta toplu olarak yaşamaktır. Çünkü iyi insanlar aydınlıkta medeniyet kurar ve toplu olarak, insanı öne çıkaracak yasalar ortaya koyarak, insanların yeteneklerine göre işler yapabildiği, dengeli gelir dağılımının olduğu gelişmiş toplumlar inşa ederler. Işıklarını da hiç kapatmazlar gölgelerde yaşayan sürüngenlerden etkilenmemek adına.
Unutmayın ışığın da sınırı vardır ve en tehlikede olanlar ışığın sınırında gölgeye yakın yaşayanlardır. Hepinize bol ışıkta,aydınlık bir yaşam dilerim.
Nikon D300S + Nikkor 18-200mm f:3.5-5.6 VRII IF-ED
Filmde bir şirkette çalışan adamın paradokslarından doğan bir olay anlatılıyor. Bir şirkette risk yönetimi danışmanı olarak çalışan adam yeni üretilen yapay zekanın ne kadar doğru bir karar olduğunu tartışmaktadır. Morgan adında ki bu yapay zeka insan olarak büyütülmüştür. İnsani duygular verilmiştir ve insanlarla iletişimi iyidir. Risk yönetimi danışmanının aklını kurcalayan tek şey sergilenmeye başladığında ara ara saldırgan tavırlar sergilemesidir. Morgan’ı yok etme fikrinin ise insanlarda bırakacağı düşünceler şirketin adını karalamaya yetecektir. Bir tarafta insanlar ve bir tarafta şirket onun üzerinde baskı kurmaktadır. Morgan ise gittikçe büyümektedir. Gelişiminde bir sorun yoktur fakat zaman sonra çok büyük tehlikelere yol açacaktır. 2016 yılında vizyona giren Morgan filmi gerilim türü filmi sevenler için mükemmel bir yapım. Boş zamanlarda zevkle izleyebileceğiniz bir yapım olan Morgan filminin yönetmen koltuğunda başarılı yönetmen Luke Scott oturuyor. Film imdb’den 5.9 gibi güzel bir puan aldı. Filmin oyuncu kadrosunda ise Kate Mara, Anya Taylor-Joy, Rose Leslie, Michael Yare isimleri yer alıyor.
More imagery from my trip to Istanbul and behind the scenes photos by Kurtulus. With the very talented Ubey Talha Akkaya, Turkish documentary photographer and art director, sculptor and art auctioneer. As a documentary photographer Ubey has been in Syria but left after being in great danger. Ubey is known in Europe / Paris for his work about controversial topics, which is why some of is work is censured in Turkey. We had the chance to shoot on historic and inspiring locations, more images will be posted soon.
🇹🇷
İstanbul gezimden ve sahne arkası Kurtulus'un fotoğraflarından daha fazla görüntü. Çok yetenekli Ubey Talha Akkaya ile belgesel fotoğrafçısı ve sanat yönetmeni, heykeltıraş ve sanat müzayedecisi. Belgesel fotoğrafçısı olarak Ubey Suriye'deydi ancak büyük tehlike altında olduktan sonra ayrıldı. Ubey, Avrupa / Paris'te tartışmalı konularla ilgili çalışmasıyla tanınıyor, bu yüzden Türkiye'de işin bir kısmı sansürleniyor.
Tarihi ve ilham verici yerlere çekim yapma şansımız oldu, yakında daha fazla resim yayınlanacak.
Photography: FLOR3NS, Florens van der Put
Follow us on WEBPAGE
Follow us on FACEBOOK
Follow us on INSTAGRAM
Copyright Information
Copyright Owner: © 2021 FLOR3NS Photography, Florens van der Put ALL RIGHTS RESERVED
Birden özleyiveriyorsunuz...
Çoktan unuttuğunuzu sandığınız
ya da yalnızca bir kere karşılaştığınız
ve özlemek için yeteri kadar tanımadığınız birini
bir sabah çılgınca özleyerek uyanıyorsunuz.
Rüyalarınız, içinizdeki o gizli, esrarını ele vermez büyücü,
siz çarşaflarınızın arasında,
bütün tehlikelerden uzak,
güvenle yattığınızı sandığınız bir anda,
usulca ruhunuza sokulup,
sizden habersiz oralara yığılmış cephanelikleri
birer birer ateşleyiveriyor.
İnfilaklarla sarsılarak uyanıyorsunuz.
Hayatınızda olmayan birini hayatınıza almak,
ona dokunmak,
onun sesini duymak için kıvranırken buluveriyorsunuz kendinizi...
Özlemek, o yakıcı istek,
bilinen herşeyi ve önem sırasını değiştiriveriyor.
Özlediğiniz ise çok uzaklarda...
Yanında olmasını istediğiniz halde
yanınızda olmayan bir tek kişi,
yanınıza bile yaklaşmadan,
hatta onu özlediğinizden
ve onu istediğinizden haberdar bile olmadan,
bütün hayatı,
bütün görüntüleri eritip
başka kılıklara sokuyor...
Ahmet Altan
More imagery from my trip to Istanbul. With the very talented Ubey Talha Akkaya, Turkish documentary photographer and art director, sculptor and art auctioneer. As a documentary photographer Ubey has been in Syria but left after being in great danger. Ubey is known in Europe / Paris for his work about controversial topics, which is why some of is work is censured in Turkey. We had the chance to shoot on historic and inspiring locations.
🇹🇷
İstanbul gezimden daha fazla görüntü. Çok yetenekli Ubey Talha Akkaya ile Türk belgesel fotoğrafçısı ve sanat yönetmeni, heykeltıraş ve sanat müzayedecisi. Belgesel fotoğrafçısı olarak Ubey Suriye'deydi ancak büyük tehlike altında olduktan sonra ayrıldı. Ubey, Avrupa / Paris'te tartışmalı konularla ilgili çalışmasıyla tanınıyor, bu yüzden Türkiye'de işin bir kısmı sansürleniyor. Tarihi ve ilham verici yerlere ateş etme şansımız oldu.
Photography: FLOR3NS, Florens van der Put
Follow us on WEBPAGE
Follow us on FACEBOOK
Follow us on INSTAGRAM
Copyright Information
Copyright Owner: © 2021 FLOR3NS Photography, Florens van der Put ALL RIGHTS RESERVED
Tekke ve zaviyelerin kaldırılmasın➡️➡️"Türkiye cumhuriyeti şeyhler, dervişler,muritler, mensuplar memleketi olamaz! Doğru ve gerçek tarikat uygarlık tarikatıdır" ATATÜRK 👏 islamiyette mevcut olmayan tarikatçılık tehlikeli bir hal alınca ve din adamlarının yanlıs yönlendirmeleriyle halk türbelerden mucize bekler duruma geldi. Çıkan isyanlarda da tarikatların önemli bir rolü olunca ve halkın bütünlüğü tehlikeye düşünce tekke, zaviye ve türbeler kapatılmış. Daha sonra Atatürk şeyh, seyid, çelebi gibi unvanları ve kıyafetlerini kaldırmış, üfürükcülük, falcılık, muskacılığı yasaklamış 👌 böylece devrimleri ve geriletecek işler ortadan kaldırılmış ancak ne yazıkki geçenlerde okuduğum haberden anladım ki bu ülkedeki falcıların kazandığı günlük para ceoyu 2 ye katlıyor ölçülerde değişiklik ➡️➡️uluslararası ticaret ve yurt içinde birlik sağlanması için bütün dünyanın kabul ettiği ölçü birimleri kabul edildi , bu değişiklik matematik öğreniminde de büyük kolaylık sağlıyo, aynı zamanda ticaretn önünü açmış 👌 sayıların yazılışında değişiklik ➡️➡️ arap sistemiyle yazılan yazılar tarihler karışıklığa yol açtığı için latin alfabesine dayalı yeni türk alfabesi kabul edildi ✍✍ #travel #traveling #instagramhub #vacation #visiting #instatravel #instago #instagood #trip #photooftheday #travelling #instatraveling #mytravelgram #travelgram #travelingram #igtravel #instagramers by beatlesplagi www.instagram.com/p/BBDajD9kFTp/ in scontent.cdninstagram.com/hphotos-xat1/t51.2885-15/sh0.08...
Only Crop File
All size please :)
Please don't use this image on websites, blogs or other media without my explicit permission. © All rights reserved
Aydınlık bir ortamda çekilmiştir..
Exposure: 0.005 sec (1/200)
Aperture: f/25.0
Focal Length: 55 mm
ISO Speed: 100
Exposure Program: Manual
White Balance: Daylight
The Castel Sant'Angelo (Mausoleo di Adriano), for the Emperor Hadrian AD 130-139 progress payments between the years built a fortress in Rome. In addition, the pope's house and was used as a prison. Cem Sultan Sultan Mehmed the Conqueror's son, who was convicted of the prison is located. For protection in dangerous situations by the previous pope was the stored here. Secret passage connecting the Vatican to Castel Sant'Angelo, the lower are still here. In the Middle Ages the city was transformed into a fortress to protect the northern entrance.
*****
Castel Sant’angelo (Mausoleo di Adriano), İmparator Hadrian için MS 130 – 139 yılları arasında Roma‘da inşa edişmiş bir kaledir. Ayrıca papanın evi ve hapishane olarak da kullanılmıştır. Fatih Sultan Mehmet Han’ın oğlu Cem Sultan da hapishanede mahkum edilenler arasında bulunmaktadır. Önceki papalar tarafından tehlike durumlarında korunma amaçlı buraya saklanılmıştır. Castel Sant’angelo’yu Vatikan’a bağlayan gizli alt geçit hala burada bulunmaktadır. Orta Çağ’da şehrin kuzey girişini korumak için kaleye dönüştürülmüştür. #Roma #Italia #CastelSantAngelo
300 Likes on Instagram
2 Comments on Instagram:
rebeltakipte: ♥♥♥
sebnemisgor: canim romaaa ❤️
Başlangıç filmi Christopher Nolan tarafından yönetilen ve yazılmış bir bilim kurgu türündeki ABD yapımı filmdir. Film yayınlandıktan kısa süre sonra son 25 yılın en iyi filmleri arasında yerini almıştır. Leonardo DiCaprio çok yetenekli bir hırsızdır. Dom Cobb karakterini canlandıran Leonardo DiCaprio zihnin en savunmasız olduğu anlarda yani rüya anında zihinin en derinliklerinde bulunan bilgileri çalabilen çok yetenekli bir hırsızdır. Bu yeteneği Dom’u bir kaçak yapmıştır. Bu yetenek yüzünden bir çok şeyini kaybetmiştir. Bu durum sevdiklerini kaybetmesine ve onu uluslararası bir kaçak haline getirmiştir. Tam bu arada ona içinde bulunduğu durumdan kurtulmasını sağlayabilcek bir fırsat sunulur. Ona hayatını geri verebilecek son bir iş. Sunulan fırsat ise Başlangıç’ı yapmasını istemeleridir. Tabi imkansızı başarabilirse. Şimdiye kadar yaptıkları gibi fikir çalmak değil fikri akla yerleştirmesi gerekmektedir. Eğer başarılı olursa mükemmel suç bu olacaktır. Ama her şey planlandığı gibi gitmeyebilir. Bu durum onları birçok tehlikenin içine atacaktır ve tehlikelere karşı hazırlıksız yakalanabilirler…
Kaynak: www.fullhdizlesene.com/inception-baslangic-1080p-turkce-d...
More imagery from my trip to Istanbul. With the very talented Ubey Talha Akkaya, Turkish documentary photographer and art director, sculptor and art auctioneer. As a documentary photographer Ubey has been in Syria but left after being in great danger. Ubey is known in Europe / Paris for his work about controversial topics, which is why some of is work is censured in Turkey. We had the chance to shoot on historic and inspiring locations.
🇹🇷
İstanbul gezimden daha fazla görüntü. Çok yetenekli Ubey Talha Akkaya ile Türk belgesel fotoğrafçısı ve sanat yönetmeni, heykeltıraş ve sanat müzayedecisi. Belgesel fotoğrafçısı olarak Ubey Suriye'deydi ancak büyük tehlike altında olduktan sonra ayrıldı. Ubey, Avrupa / Paris'te tartışmalı konularla ilgili çalışmasıyla tanınıyor, bu yüzden Türkiye'de işin bir kısmı sansürleniyor. Tarihi ve ilham verici yerlere ateş etme şansımız oldu.
Photography: FLOR3NS, Florens van der Put
Follow us on WEBPAGE
Follow us on FACEBOOK
Follow us on INSTAGRAM
Copyright Information
Copyright Owner: © 2021 FLOR3NS Photography, Florens van der Put ALL RIGHTS RESERVED
More imagery from my trip to Istanbul. With the very talented Ubey Talha Akkaya, Turkish documentary photographer and art director, sculptor and art auctioneer. As a documentary photographer Ubey has been in Syria but left after being in great danger. Ubey is known in Europe / Paris for his work about controversial topics, which is why some of is work is censured in Turkey. We had the chance to shoot on historic and inspiring locations.
🇹🇷
İstanbul gezimden daha fazla görüntü. Çok yetenekli Ubey Talha Akkaya ile Türk belgesel fotoğrafçısı ve sanat yönetmeni, heykeltıraş ve sanat müzayedecisi. Belgesel fotoğrafçısı olarak Ubey Suriye'deydi ancak büyük tehlike altında olduktan sonra ayrıldı. Ubey, Avrupa / Paris'te tartışmalı konularla ilgili çalışmasıyla tanınıyor, bu yüzden Türkiye'de işin bir kısmı sansürleniyor. Tarihi ve ilham verici yerlere ateş etme şansımız oldu.
Photography: FLOR3NS, Florens van der Put
Follow us on WEBPAGE
Follow us on FACEBOOK
Follow us on INSTAGRAM
Copyright Information
Copyright Owner: © 2021 FLOR3NS Photography, Florens van der Put ALL RIGHTS RESERVED
Hasan ile Sofiya
Hoca Efendi, Ezan-ı Muhammediyi okurken dakikalarca önce gelip cami avlusunda bekleyen yaşlılar ağır ağır hareket ettiler. Onlar için camiye gelmek ağır kış şartlarında en önemli iştir. Kışın insanlar, yazdan hazırladıkları yiyeceklerini yer, köy odalarında bolca oturur ve sohbet ederlerdi. Artık sonbahar gazelleri toprağa karışıp üzerine de karlar düşmeye başladı mı insanların bahçelerden ve tarlalardan da eli eteği çekilmiş demekti. Cevizini toplayan, salçasını kaynatan, pekmezini yapan insanlar, hazın evine ununu, bulgurunu, yağını, kavurmasını koydu mu, içleri rahat, kışı karşılarlardı.
Koramaz dağının bembeyaz kartalının ise böyle bir şansı pek yoktu. O, yükseklerde yuva yapar, bir çırpıda Çeçtepe’yi, Aydos’u, Karatepe’yi dolaşır, rızkını arardı. Artık Koramaz dağının son kartalıydı o, bunu çok iyi anlıyordu. Yavruları vardı ve bütün çırpınışı onlar içindi. Erkeğini de yakın zamanda kaybetmişti. Uzunca bekleyişten artık umudunu yitirmiş, Koramaz dağının uzantısındaki Matya Dağındaki yuvasına çekilmişti. Kaç gündür, yavrularını da tehlikeye atarak yaptığı uzun uçuşlar sonuç vermedi. Yerin dibine gidip kaybolan tarla farelerinden birini yakalamayı başarmıştı ama avını yavrularının önüne attı. Kendisi ucundan bir parça dahi bölüp midesine göndermedi.
Genç hocanın hızla kıldırdığı namazdan memnun olmayan caminin yaşlı cemaati, imam efendiye sitem ederken çocuklar, yaşlılara bir yaralı kartalın varlığını haber verdiler. Cemaat, ara sokakta eski bir evin çıkmasının önüne geldiler ki demir parmaklıların arasına sıkışmış bir kartalı gördüler. Yaşlılardan biri evin kapı vurgusunu tıklatıp açılan kapıdan eve girip pencereye gitti. Pencerede kanlar içindeki bembeyaz kartala baktı bir süre. Yaralıydı, hareket ediyordu ama kanadının altında kırmızı bir kan tabakası ayaklarına kadar inmişti. Yaralı haliyle bile hırçındı ve zaman zaman ağzını sertçe açıp kapatıyordu. Yaşlı adam eline bir çaput doladı. Kartalın ısırmasından çekiniyordu. Sonra besmele çekip kartala uzandı. İki eliyle kartalı tutmayı başarmıştı. Kartal, can havliyle bir sıçrayış yapmak istedi ama beceremedi. O sırada gagasını uzatıp yaşlı adamın sarıp sarmaladığı elini gagasıyla yakaladı. İlk başta bütün bu sargılara rağmen kartalın gagası, adamın elini ağrıtıyordu ama bir süre sonra kartalın gücünün tükendiği anlaşıldı. Çünkü, gagası yavaş yavaş gevşedi.
Adam, kartalı iki eliyle sıkıca tutup caddeye çıktı. Caddede yaşlılardan ve çocuklardan oluşan kalabalık onu heyecanla bekliyordu.
Kalabalıktan birisi:
-Dün geceki fırtınada buraya kadar sürüklenmiş olmalı dedi.
Diğeri:
-Yok yok, fırtınada asla dışarı çıkmazlar, baksanıza saçma izi var. Salak bir avcının işi bu.
Adam, son söze itibar etti ve elinin birini gevşeterek kartalın kanadını hafifçe kaldırdı ki, bir saçmanın açtığı iz ve yaranın etrafındaki lekeler, son sözü haklı çıkarıyordu.
Nazlı, üniversiteli bir genç kızdı ve yarı yıl tatili için köyüne gelmişti. Köydeki kalabalığı gördü.Dedesinin elindeki kartala hayran hayran bakarken konuşmaları da duymuştu.
Dedesine:
-Bu, bu… çok nadide bir tür olmalı… vicdansızlar, nasıl kıymışlar…
Bu söz, hepsini duraksattı. Aslında kartal için tam bir trajedinin yaşandığının farkına vardılar.
Kızcağız, mendilini çıkarıp dedesine verdi.
-Dede, kurtulur mu? Ne olur kurtulsun diye yalvardı.
O zaman ihtiyar adam, seyirlik olayın vahim boyutunu keşfedip mendili yaranın üzerine koyup sardı ama umudu hiç yoktu:
-Çok kan kaybetmiş yavrum, hâlâ kanıyor yarası, kurtulacağını sanmam.
-Ama… ama.. ama… deyip boğazında birçok şeyin düğümlendiğini fark eden genç kız, kalabalığın içinden hızla uzaklaştı.
İhtiyar adam, elindeki kartala bakakalmıştı. Çaresizlik böyle bir şey olmalıydı. Elinde imkân olsaydı da parçalanan damarlarını dikiverseydi, etrafa yayınlan kanları tekrar damarlara dolduruverseydi, ama ölüm karşısındaki çaresizlik boyunları büktürmüştü. Kartal da boynunu büküp boşluğa doğru saldı. Heyecan kasırgası bitmişti. Kalabalık yavaş yavaş dağıldı. Adam kartalı yine aynı şekilde tutarak yavaş adımlarla evine doğru yol aldı. Evinin bahçesine geldiğinde sekiden bir kürek çıkardı. Meşe ağacının yanına bir çukur açmayı başardı. Karların altında iyice sertleşen toprağı kazımak zor olmuştu. Kartalı çukura bırakıp üstünü örttü.
Ağır adımlarla sekiye doğru ilerlerken Nazlı’nın pencereden kendisini seyrettiğini gördü. Birkaç saniye öylece birbirlerine baktılar. Sonra adam, sekiye küreği bırakıp evin içine girdi. Soba yanan odaya girince dışarıda ne kadar üşümüş olduğunu fark etti. Sobanın dibindeki sandalyeye oturdu. Pencerenin önünde duran ve hâlâ dışarıyı seyreden torununa konuşmaya çekiniyordu. Bu kızlar bu deli çağlarında hep böyle oluyorlar. Hem çok heyecanlılar hem de çabucak tepki veriyorlardı. Bazen sözler ihtiyar adamın gönlünü incitiyordu. Artık gençlerle konuşurken daha ihtiyatlı davranıyor ve genellikle de susuyordu.
Nazlı’dan bu sefer daha yumuşak bir söz geldi.
-Dede, onun yavruları var mıydı?
Dede:
-Vardır mutlaka kızım.
Nazlı:
-Onlar ne yapacaklar peki?
-Anneleri vardır yavrum, anneleri bakacak onlara…
-Buralarda hiç beyaz kartal görmemiştim dede…
Dede, torunuyla konuştuğu için mutluydu, yüzleri iyice yumuşamıştı.
-Bizim çocukluğumuzda burada, Koramaz dağının eteklerinde epeyce vardı. Aynı kartalları Kızılırmak tarafında da görmüştüm. Son yıllarda çok azaldıklarını biliyordum. Hatta Koramaz dağında kalmadı sanıyordum. Bugün anladım ki son bir kartal ailesi varmış meğerse…
Nazlı:
-Artık aile denirse…
Adam boynunu büktü. Konuşmuşlar ama göz göze bakmamışlardı. Artık, torununun gözlerine bakamıyordu. Büyümüştü Nazlı, saçlarına, yüzüne dokundurmaz olmuştu kimseleri. Doya doya öpmek, onunla şakalaşmak, saçlarını sevmek mümkün değildi. Çocukluğunda dedesinin omuzlarından inmeyen, saçını sakalını sürekli dağıtan, dedesinin elinden tutup saatlerce dedesiyle gezen o çocuktan neredeyse hiçbir iz kalmamıştı. Dedesinin cıncık gibi mavi gözlerine bakıp “Ne güzel gözlerin var” diyen çocuk gitmiş, yerine başka biri gelmişti. Yüzünde birazcık güller açsa dedesi cenneti âlâya gelmiş gibi olacaktı ama nafile bekleyişler sürüyordu.
Nazlı, dedesinin yanına oturdu. Onun yüzüne bakıyordu. Elini onun yorgun ve yıpranmış ellerine uzattı. İhtiyar adam, göz ucuyla torununu bir yokladı sanki. Nazlının yüzünde farklı bir sıcaklık hissetti. Kartalın ölümünden kendini sorumlu tutar bir tavırla ihtiyar adam:
-Ölüme çare yok kızım dedi.
Nazlı’nın ellerini avucunun içine iyice sarmaladı.
İhtiyarın elleri soğuktu. Artık ellerindeki deriler çekilmeye başlamış, elleri kararmış ve kemikler belirginleşmişti.
Nazlı, yavaşça :
-Biliyorum dedi.
Nazlı, dedesinin gözlerine baktı. Gözleri eskisi gibi parlaktı:
-Dede, ne güzel gözlerin var senin.
Dedesi gülümsedi, diyecek bir şey bulamamıştı ama bu söz karşısında şımardı, içine ılık ılık bir şeyler aktı.
Nazlı:
-Dede, sen eskiden benimle konuşmayı severdin. Hâlâ seviyor musun dedi.
Dede, çok sevindi:
-Sevmem mi kızım, sevmem mi? Sen yeter ki iste, ben her daim hazırım.
Nazlı:
-Peki öyleyse, bugün arkadaşıma uğramıştım. Annesi Hasan Efengi diye birinden bahsetti. Çok acıklı bir hikayesi var dedi ama tam dinleyemedim. Sen bu adamı biliyor musun?
İhtiyar:
-Bilmem ki kızım bilmem mi? Bu köydeki herkes bilir onun hikayesini… Hatta şurada Karatepe’nin orada Hasan Efengi Kalesi var, mağaraları var. Oraya vardın mı, o vadide “Hasan Efengi nerde” diye bağır, karşıdan “Hasan Efengi burada” diye ses geliyor.
Nazlı:
-Oraya gidelim mi dede?
İhtiyar şaşkındı. Nazlı’nın böyle çocuklaşması hoşuna gitmişti ama:
-Bu kışta kıyamette oraya gidilir mi kızım, dedi.
Hakikaten o yıl yağan karın maşallahı vardı. Köyün içinde kar diz boyunu çoktan aşmıştı. Açık arazide adam boyuna yaklaşmış olmalıydı.
Nazlı dedesinin dışarıyı seyreden gözlerine takıldı ve ona:
-Peki dede, neden Hasan Efendi değil de Hasan Efengi demişler adama?
Dede, biraz düşündü. Sakalını sıvazlayıp aşağı doğru indirdi:
-Ben de çok iyi bilmiyorum. Hasan’ın babası bizim köylü bir leventmiş. Muğla’da namlı bir efenin kızını sevmiş, onunla evlenmiş. Gel zaman git zaman dönüp dolaşıp bizim köye gelmişler. Hasan’a efe demeleri anasının efe kızı olduğundandır. Ama dediğin gibi efendi diyecek yerde niye efengi dediler onu bilmiyorum.
Nazlı, iyice meraklanmıştı:
-Ne oldu dede, anlatsana…
İhtiyarın içi daralmıştı. “Offff ki offf” diye iç çekince Nazlı, dedesinin anlatmak istemediğine yordu.
-Hani dede, benimle konuşmaktan hoşlanıyordun. Şimdi anlatmak istemiyor musun?
İhtiyar:
-Dur kızım dur dedi. Hasan ile Sofiya’nın hikayesini anlatmak öyle kolay iş mi? Dünya Harbine girmek gibi bir şey…
Nazlı:
-Ne olur anlat dede… Çok merak ediyorum.
Dede:
-Anlatacağım, anlatacağım. Biliyorum artık İslam’ın şartı oldu bu. Sen bu hikayeyi dinlemezsen meraktan uyumazsın da…
-Evet dede, uyuyamam artık.
Dede, sobadan uzaklaştı. Sedirin köşesine geçti ve bağdaş kurup oturdu. Nazlı’ya:
-Mutfaktaki koca avrada söyle, o da çayı koysun.
Nazlı, büyükannesine seslenmişti ki, büyükanne çayı demlemiş meğerse.
-Gel kızım çayı al da dedene götür diye seslendi. Nazlı, mutfaktan çayı alıp dedesinin önüne koydu. Dede, çayı alıp pencerenin önüne koydu. Nazlı da dedesinin dizinin dibine oturdu.
İhtiyar adam torununun dizinin dibine oturmasının keyfini sürerek başladı anlatmaya:
- Bak kızım. Hasan, sarışın bir oğlan, apalak, yakışıklı… Atın üzerine bindi mi köyün bir ucundan öbür tarafına fink atar durur. Böylesi yiğitlerin gözü gönlü güzellerde olur. Güzeller de, böyle yiğitlere bakıp bakıp iç geçirirler. Bunlar eski zaman hikayeleri… Ben deyim 100 sene, hadi bilemedin 120-130 yıl öncesi…Köyde nice güzel Türk kızı varken Hasan tutmuş, Ermeni kızı Sofiya’ya aşık olmuş. Sofiya da Sofiya ama… Bembeyaz yüzün üstünde simsiyah saçlar, simsiyah gözler… Bakan bir daha bakar, öyle bir güzellik…. Lakin o zamanlarda öyle Müslüman oğlan Hıristiyan kızı ile evlenemez ki…
Nazlı:
-Neden evlenemezler dede?
Dede:
-Dinleri farklı kızım. Evlenmeleri için içlerinden birinin dinini değiştirmesi şart. Hasan, her gün anasının başının etini yemiş bitirmiş, illâ ki bana Sofiya’yı alacaksınız diye… Ne baba ne ana, güçleri yetmemiş Hasan’a. Muska yazdırmışlar olmamış, büyü yaptırmışlar tutmamış, nasihat etmişler dinlememiş, arkadaşlarından yardım istemişler, Hasan, Nuh demiş de peygamber dememiş. Zavallı ana baba, düşmüşler yola. Sofiya’nın anasından babasından kızlarını istemişler. İstemişler ama kızın babası demiş ki: “Bizim âdetimizde öyle bir şey yok. Bu durumu Papaz Efendiye sormamız lazım. Papaz Efendiye sormuşlar ki Papaz, Hasan’ın Hıristiyan olması lazım. Yoksa bu nikah asla geçerli olmaz demiş.
Hasan’ın anası babası akları çıkarıp karaları giymişler, kara kara düşüncelere dalmışlar. Bu sırada akıllarına İmam Efendiye danışmak gelmiş. Bir akşam İmam Efendi’yi buyur etmişler evlerine. Durumu böyle böyle anlatmışlar. Aman İmam Efendi derdimize bir çare demişler. İmam Efendi de bizim bugünkü imam gibi aklı bir karış havada bir adam… Bunlara demiş ki, o işin kolayı var. Hasan, Hıristiyan oldum desin, kızı alsın. Kızı aldıktan sonra nasıl olsa iş işten geçmiş olur, dinini değiştirmediğini cümle aleme gösterir. Bu fikir Hasan’ın kafasına yatmış. Aileye de imamın marifetiyle kabul ettirmişler.
Hasan gitmiş papazın yanına, dediklerini kabul ettiğini açıklamış. Papaz çok sevinmiş ama ortalığa da duyurmuş ki Müslümanların kafası iyice karışsın diye. Tabii ortalık hop kalkıyor. Hasan bunu bize nasıl yapar diyen Müslümanlar, Hasan’ı gördü mü arkalarını dönüyorlar. Allah’ın selamını bile almıyorlar. Neyse… Bunlar bağırlarına taş basıp oturmuşlar.
Hasan, Yanartaş Kilisesinde dualarla Hıristiyan olmuş. Gel zaman git zaman, bu Hıristiyanların orucu gelmiş. O vakit onlar yağlı yemezlermiş. Hasan’ın adını da Yuvan koymuşlar. Bir savanın üzerine yağlı eti koyarlarmış,sonra da başlarlarmış sallamaya: “Yağlı idin oldun yavan, yağlı idin oldun yavan” diye tekerleme söylerlermiş. Hasan’ın içindeki acı ne kadar biriktiyse o da “Hasan idin oldun Yuvan, Hasan idin oldun Yuvan” diye söylüyormuş tekerlemeyi. Biraz dinleseler ki Hasan’ın içindeki hiçbir şey değişmemiş. Ne oldu Yuvan diyorlar. Hasan’ın canına tak etmiş:
-Ulan yağlı et sallamakla yavan olur mu? Kulağına senin adın Hasan diyerek ezan okunan adam da Yuvan olur mu, diyerek elindeki savanı kaldırmış yere fırlatmış. Sonra da atın arkasına Sofiya’yı atmış, sürmüş Erciyes dağına doğru. Oradan da Bakırdağ tarafından Develi’den Toroslara gitmiş.
İhtiyar, soğuttuğu çayını bir yudum da tepesine dikti.
-Kızım çayımı doldur hele…
Nazlı, ok gibi yerinden fırlayıp mutfağa daldı.
-Ne olur nine, şu çayı çabucak doldur, dedem Hasan Efengi’yi anlatıyor, hemen yanına gitmem lazım.
Nine, çayı doldururken Nazlı’nın heyecanına gülümsüyordu.
-Kızım, dedenle her gün şöyle bir saat otursan, deden sana ne hikayeler anlatır.
Nazlı, cevap vermeden çayı aldığı gibi dedesinin yanına koştu. Dede, aynı şekilde bardağı alıp pencerenin önüne koydu ve Nazlı’nın dizinin dibine oturmasını bekledi.
Nazlı:
-Eeee dede, sonra ne olmuş?
-Evet kızım. Bunlar Toros dağlarında izlerini kaybettirmişler. Tam tamına on yıl, Toroslarda bir köyde kalmışlar. Bir oğlan, bir kız evlatları olmuş. Ama akılları burada… Burada ne varsa bilmem ki… Köyleri gözlerinde tütüyor. Hasan demiş ki, aradan on yıl geçti, herhalde eski yaralar kapanmıştır. Haydi köyümüze dönelim. Sofiya da uymuş bu karara… O da özlemiş anasını, babasını, kardeşlerini… Lakin bilmezler ki o vakit Ermeni milletinden nice azgın adamlar türemiş. Hele aşağı köylerde, Efkere’de, Belasi’de Ermenilere güç yetmez olmuş. Mağaralarda bir orduya yeter cephaneleri ve silahları varmış bu adamların. Halbuki Gesi’de karakol var amma dört nefer asker durur sadece.
Neyse… Hasan ile Sofiya atlarının üstünde Darsiyah’a doğru gelirken bizim köylü bir Rum’a rastlamışlar. Hal hatır sormuşlar. Köyde ne var ne yok haber almışlar. Bu Rum, onlardan ayrılınca yememiş içmemiş doğruca Belasi’ye gitmiş, çetenin gözü kara adamlarına demiş ki: Zamanında böyle böyle olduydu ya… İşte intikamınızı alacak vakit geldi. Hasan, Sofiya, bir oğlu bir kızı, Darsiyah’a doğru geliyorlar.
Çetenin elebaşları hemen adamlarını toplayıp silahlarını kuşanmışlar. Hasan’ı daha köye varmadan Karatepe’ye yakın bir yerde sıkıştırıyorlar. Hasan, çocuklarını da alıp kaçacak ama uzun yoldan geldiler. Yorgunlar. Bunlar, Allah yarattı dememişler, Hasan ile Sofiya’ya çalmışlar kurşunu. Sofiya ile kız birlikteymiş atın üstünde… Daha ilk atışta Sofiya ile kızı
vurulup bir derenin kenarına yığılmışlar. Hasan da gavura çalmış kurşunu ama hangi birine güç yetecek. Karatepe’ye doğru kaçarken arkasındaki oğlancığına bir kurşun isabet etmiş. Hasan, bir mağaraya sığınmış Karatepe’de. Yavrusunun yarasına ot toplayıp sarmış, gözyaşları kurumuş ağlayıp sızlamaktan.
Gözü dönmüş katiller, silah sesini duyup da ne oldu diye oraya gelen her Müslüman’a çalmışlar kurşunu. Köy halkı varıp baksa ki… Yol boyu ceset dolu… Ağıtlar figanlar öyle yükselmiş ki arşı âlâya varıyor. Gesi’deki dört nefer askere haber salınmış. Askerler gelseler baksalar ki ortalık savaş meydanına dönmüş. Bir süre kendilerine gelememiş askerler. Sonra sora sora Belasi’ye ulaşmışlar. Bir mağarada çete ile harbe dutuşmuşlar ama gelin görün ki çete çok kalabalık… Askerin cephanesi bitiyor, çeteninki bitmiyor. Bunlar yaralı bereli karakola geri dönmüşler. Kayseri’ye haber salınmış, durum bir bir anlatılmış. O vakit Kayseri’ye Gesili İbrahim Yüzbaşı gelmiş. Durumu duyar duymaz vazifeyi üstlenmiş. Kayseri’den askerleri toplayıp Belasi’ye gelmiş. Gelmiş ama çete de adamlarını toplayıp buradaki güvercinliklere mağaralara adamlarını doldurmuş. Öyle bir harp başlamış ki sanırsın Osmanlı ordusu Ruslarla harp ediyor.
Hasan, İbrahim Yüzbaşı’nın yanına gelmiş:
-Yüzbaşım, ben bu mağaralardan bunları çıkarmanın yolunu biliyorum demiş.
İbrahim Yüzbaşı’ya derdini anlatmış. İbrahim Yüzbaşı da yanına birkaç asker katmış. Hasan, askerlerle Belasi’nin tepesine çıkmış. Gürpınar suyunu kazmayla kürekle mağaranın deliğine akıtmayı başarmışlar. O kocaman Gürpınar suyu, bir hafta mağaraya akmış. Bir hafta sonra ancak mağaradan adamlar ellerinde silahlarla çıkmışlar. Askerler bunları teslim almış ama diğer mağaralardaki adamlar sağa sola kaçmışlar bu arada… Hasan, bu kaçanların peşine düşüp intikamını birer birer almaya başlamış.
İbrahim Yüzbaşı, Hasan’ı dikkatli olması hususunda sürekli uyarıyormuş. Hasan’ın ciğeri yanıyor, bu lafları duyar mı hiç. Millet evine girmiş çıkamıyormuş. Ermeni çeteleri, Müslümanların evlerini basıp kadın kız çoluk çocuk demeden öldürüyormuş. Her ölüm haberinden sonra Hasan, Karatepedeki mağaradan çıkıp Belasi’deki mağaraları basıp çetecileri öldürüyormuş. Devletin yeterince askeri yok ki bu pislikleri temizlesin. Gel zaman git zaman, Hasan ile çete mensupları öyle kanlı hesaplaşmışlar ki çetenin adamları bir avuç kalmış. Bunu kendilerine yedirememişler. En son çare olarak mağaradan çıkıp köprünün ayağına pusu kurmuşlar. Hasan ile oğlu, köprüden geçerken ikisini de kurşun yağmuruna tutup orada ikisini de öldürüyorlar kızım.
Nazlı’nın gözlerindeki bulutumsu hava gittikçe ağırlaşıyordu. Bir süre sonra dayanamayan kızcağız hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Dedesinin dizine göz pınarlarından yaşlar mütemadiyen akıyor ve orayı ıslatıyordu. O zaman dedesi, torununun saçlarına elini koydu. Bir süre öylece kalakaldılar. İhtiyar adamın da gözleri nemli nemliydi. Torununun başını kaldırdı ve kırış kırış elleriyle torununun yüzlerini avuçlarının içine aldı.
-Seni çok seviyorum kızım.
Nazlı, bir çocuk gibi seslendi:
-Ben de seni çok seviyorum dede…
İhtiyar:
-Bak kızım, o günlerin hatırası bir deyiş var, onu söyleyeceğim sana… Bu deyişi unutmayacaksın ama… Bunu senin çocuklarına da sen öğret, tamam mı?
Nazlı başını salladı. İhtiyar, gözünü pencereye, uzaklara doğru daldırdı. Eli kulağında, ezan okur gibi yapıp deyişi söylemeye başladı:
Darsiyak derler de derenin içi
Neydi vurdular Hasanın suçu
Al kanlar içinde kaküllü saçı
Yürü Hasan yürü dostun yoğumuş
Darsiyak içine kurmayın pazar
Kondurmayın sinekleri yareler azar
Hasan öldü diye kırat boş gezer
Yürü Hasan yürü dostun yoğumuş
***
Yaz ayları gelince Karatepe’nin suları bugün halkın Hasanefengi adını verdikleri cennet gibi yemyeşil bir vadiden akıp giderken insanlar Hasanefengi Kalesine çıkıp bağırırlar.
- Hasan Efengi orda mısın?
Karşıdan ses yankılanır:
- Evet buradayım.
Bu sesi ancak kalp gözü açık olanlar duyarlar.
Hasan Efengi’nin, Sofiya’nın, kız ve erkek çocuklarının da mezarının burada olduğu söylenir ama mezarlarını kimse bilmez. Böylesine ölümsüz sevdalar, mezara girer mi hiç? Böyle olmasa, buralara gelip “Hasan Efengi orda mısın?” diyen insanlara kim “evet buradayım” diyebilir ki…
Hasan ile Sofiya
Hoca Efendi, Ezan-ı Muhammediyi okurken dakikalarca önce gelip cami avlusunda bekleyen yaşlılar ağır ağır hareket ettiler. Onlar için camiye gelmek ağır kış şartlarında en önemli iştir. Kışın insanlar, yazdan hazırladıkları yiyeceklerini yer, köy odalarında bolca oturur ve sohbet ederlerdi. Artık sonbahar gazelleri toprağa karışıp üzerine de karlar düşmeye başladı mı insanların bahçelerden ve tarlalardan da eli eteği çekilmiş demekti. Cevizini toplayan, salçasını kaynatan, pekmezini yapan insanlar, hazın evine ununu, bulgurunu, yağını, kavurmasını koydu mu, içleri rahat, kışı karşılarlardı.
Koramaz dağının bembeyaz kartalının ise böyle bir şansı pek yoktu. O, yükseklerde yuva yapar, bir çırpıda Çeçtepe’yi, Aydos’u, Karatepe’yi dolaşır, rızkını arardı. Artık Koramaz dağının son kartalıydı o, bunu çok iyi anlıyordu. Yavruları vardı ve bütün çırpınışı onlar içindi. Erkeğini de yakın zamanda kaybetmişti. Uzunca bekleyişten artık umudunu yitirmiş, Koramaz dağının uzantısındaki Matya Dağındaki yuvasına çekilmişti. Kaç gündür, yavrularını da tehlikeye atarak yaptığı uzun uçuşlar sonuç vermedi. Yerin dibine gidip kaybolan tarla farelerinden birini yakalamayı başarmıştı ama avını yavrularının önüne attı. Kendisi ucundan bir parça dahi bölüp midesine göndermedi.
Genç hocanın hızla kıldırdığı namazdan memnun olmayan caminin yaşlı cemaati, imam efendiye sitem ederken çocuklar, yaşlılara bir yaralı kartalın varlığını haber verdiler. Cemaat, ara sokakta eski bir evin çıkmasının önüne geldiler ki demir parmaklıların arasına sıkışmış bir kartalı gördüler. Yaşlılardan biri evin kapı vurgusunu tıklatıp açılan kapıdan eve girip pencereye gitti. Pencerede kanlar içindeki bembeyaz kartala baktı bir süre. Yaralıydı, hareket ediyordu ama kanadının altında kırmızı bir kan tabakası ayaklarına kadar inmişti. Yaralı haliyle bile hırçındı ve zaman zaman ağzını sertçe açıp kapatıyordu. Yaşlı adam eline bir çaput doladı. Kartalın ısırmasından çekiniyordu. Sonra besmele çekip kartala uzandı. İki eliyle kartalı tutmayı başarmıştı. Kartal, can havliyle bir sıçrayış yapmak istedi ama beceremedi. O sırada gagasını uzatıp yaşlı adamın sarıp sarmaladığı elini gagasıyla yakaladı. İlk başta bütün bu sargılara rağmen kartalın gagası, adamın elini ağrıtıyordu ama bir süre sonra kartalın gücünün tükendiği anlaşıldı. Çünkü, gagası yavaş yavaş gevşedi.
Adam, kartalı iki eliyle sıkıca tutup caddeye çıktı. Caddede yaşlılardan ve çocuklardan oluşan kalabalık onu heyecanla bekliyordu.
Kalabalıktan birisi:
-Dün geceki fırtınada buraya kadar sürüklenmiş olmalı dedi.
Diğeri:
-Yok yok, fırtınada asla dışarı çıkmazlar, baksanıza saçma izi var. Salak bir avcının işi bu.
Adam, son söze itibar etti ve elinin birini gevşeterek kartalın kanadını hafifçe kaldırdı ki, bir saçmanın açtığı iz ve yaranın etrafındaki lekeler, son sözü haklı çıkarıyordu.
Nazlı, üniversiteli bir genç kızdı ve yarı yıl tatili için köyüne gelmişti. Köydeki kalabalığı gördü.Dedesinin elindeki kartala hayran hayran bakarken konuşmaları da duymuştu.
Dedesine:
-Bu, bu… çok nadide bir tür olmalı… vicdansızlar, nasıl kıymışlar…
Bu söz, hepsini duraksattı. Aslında kartal için tam bir trajedinin yaşandığının farkına vardılar.
Kızcağız, mendilini çıkarıp dedesine verdi.
-Dede, kurtulur mu? Ne olur kurtulsun diye yalvardı.
O zaman ihtiyar adam, seyirlik olayın vahim boyutunu keşfedip mendili yaranın üzerine koyup sardı ama umudu hiç yoktu:
-Çok kan kaybetmiş yavrum, hâlâ kanıyor yarası, kurtulacağını sanmam.
-Ama… ama.. ama… deyip boğazında birçok şeyin düğümlendiğini fark eden genç kız, kalabalığın içinden hızla uzaklaştı.
İhtiyar adam, elindeki kartala bakakalmıştı. Çaresizlik böyle bir şey olmalıydı. Elinde imkân olsaydı da parçalanan damarlarını dikiverseydi, etrafa yayınlan kanları tekrar damarlara dolduruverseydi, ama ölüm karşısındaki çaresizlik boyunları büktürmüştü. Kartal da boynunu büküp boşluğa doğru saldı. Heyecan kasırgası bitmişti. Kalabalık yavaş yavaş dağıldı. Adam kartalı yine aynı şekilde tutarak yavaş adımlarla evine doğru yol aldı. Evinin bahçesine geldiğinde sekiden bir kürek çıkardı. Meşe ağacının yanına bir çukur açmayı başardı. Karların altında iyice sertleşen toprağı kazımak zor olmuştu. Kartalı çukura bırakıp üstünü örttü.
Ağır adımlarla sekiye doğru ilerlerken Nazlı’nın pencereden kendisini seyrettiğini gördü. Birkaç saniye öylece birbirlerine baktılar. Sonra adam, sekiye küreği bırakıp evin içine girdi. Soba yanan odaya girince dışarıda ne kadar üşümüş olduğunu fark etti. Sobanın dibindeki sandalyeye oturdu. Pencerenin önünde duran ve hâlâ dışarıyı seyreden torununa konuşmaya çekiniyordu. Bu kızlar bu deli çağlarında hep böyle oluyorlar. Hem çok heyecanlılar hem de çabucak tepki veriyorlardı. Bazen sözler ihtiyar adamın gönlünü incitiyordu. Artık gençlerle konuşurken daha ihtiyatlı davranıyor ve genellikle de susuyordu.
Nazlı’dan bu sefer daha yumuşak bir söz geldi.
-Dede, onun yavruları var mıydı?
Dede:
-Vardır mutlaka kızım.
Nazlı:
-Onlar ne yapacaklar peki?
-Anneleri vardır yavrum, anneleri bakacak onlara…
-Buralarda hiç beyaz kartal görmemiştim dede…
Dede, torunuyla konuştuğu için mutluydu, yüzleri iyice yumuşamıştı.
-Bizim çocukluğumuzda burada, Koramaz dağının eteklerinde epeyce vardı. Aynı kartalları Kızılırmak tarafında da görmüştüm. Son yıllarda çok azaldıklarını biliyordum. Hatta Koramaz dağında kalmadı sanıyordum. Bugün anladım ki son bir kartal ailesi varmış meğerse…
Nazlı:
-Artık aile denirse…
Adam boynunu büktü. Konuşmuşlar ama göz göze bakmamışlardı. Artık, torununun gözlerine bakamıyordu. Büyümüştü Nazlı, saçlarına, yüzüne dokundurmaz olmuştu kimseleri. Doya doya öpmek, onunla şakalaşmak, saçlarını sevmek mümkün değildi. Çocukluğunda dedesinin omuzlarından inmeyen, saçını sakalını sürekli dağıtan, dedesinin elinden tutup saatlerce dedesiyle gezen o çocuktan neredeyse hiçbir iz kalmamıştı. Dedesinin cıncık gibi mavi gözlerine bakıp “Ne güzel gözlerin var” diyen çocuk gitmiş, yerine başka biri gelmişti. Yüzünde birazcık güller açsa dedesi cenneti âlâya gelmiş gibi olacaktı ama nafile bekleyişler sürüyordu.
Nazlı, dedesinin yanına oturdu. Onun yüzüne bakıyordu. Elini onun yorgun ve yıpranmış ellerine uzattı. İhtiyar adam, göz ucuyla torununu bir yokladı sanki. Nazlının yüzünde farklı bir sıcaklık hissetti. Kartalın ölümünden kendini sorumlu tutar bir tavırla ihtiyar adam:
-Ölüme çare yok kızım dedi.
Nazlı’nın ellerini avucunun içine iyice sarmaladı.
İhtiyarın elleri soğuktu. Artık ellerindeki deriler çekilmeye başlamış, elleri kararmış ve kemikler belirginleşmişti.
Nazlı, yavaşça :
-Biliyorum dedi.
Nazlı, dedesinin gözlerine baktı. Gözleri eskisi gibi parlaktı:
-Dede, ne güzel gözlerin var senin.
Dedesi gülümsedi, diyecek bir şey bulamamıştı ama bu söz karşısında şımardı, içine ılık ılık bir şeyler aktı.
Nazlı:
-Dede, sen eskiden benimle konuşmayı severdin. Hâlâ seviyor musun dedi.
Dede, çok sevindi:
-Sevmem mi kızım, sevmem mi? Sen yeter ki iste, ben her daim hazırım.
Nazlı:
-Peki öyleyse, bugün arkadaşıma uğramıştım. Annesi Hasan Efengi diye birinden bahsetti. Çok acıklı bir hikayesi var dedi ama tam dinleyemedim. Sen bu adamı biliyor musun?
İhtiyar:
-Bilmem ki kızım bilmem mi? Bu köydeki herkes bilir onun hikayesini… Hatta şurada Karatepe’nin orada Hasan Efengi Kalesi var, mağaraları var. Oraya vardın mı, o vadide “Hasan Efengi nerde” diye bağır, karşıdan “Hasan Efengi burada” diye ses geliyor.
Nazlı:
-Oraya gidelim mi dede?
İhtiyar şaşkındı. Nazlı’nın böyle çocuklaşması hoşuna gitmişti ama:
-Bu kışta kıyamette oraya gidilir mi kızım, dedi.
Hakikaten o yıl yağan karın maşallahı vardı. Köyün içinde kar diz boyunu çoktan aşmıştı. Açık arazide adam boyuna yaklaşmış olmalıydı.
Nazlı dedesinin dışarıyı seyreden gözlerine takıldı ve ona:
-Peki dede, neden Hasan Efendi değil de Hasan Efengi demişler adama?
Dede, biraz düşündü. Sakalını sıvazlayıp aşağı doğru indirdi:
-Ben de çok iyi bilmiyorum. Hasan’ın babası bizim köylü bir leventmiş. Muğla’da namlı bir efenin kızını sevmiş, onunla evlenmiş. Gel zaman git zaman dönüp dolaşıp bizim köye gelmişler. Hasan’a efe demeleri anasının efe kızı olduğundandır. Ama dediğin gibi efendi diyecek yerde niye efengi dediler onu bilmiyorum.
Nazlı, iyice meraklanmıştı:
-Ne oldu dede, anlatsana…
İhtiyarın içi daralmıştı. “Offff ki offf” diye iç çekince Nazlı, dedesinin anlatmak istemediğine yordu.
-Hani dede, benimle konuşmaktan hoşlanıyordun. Şimdi anlatmak istemiyor musun?
İhtiyar:
-Dur kızım dur dedi. Hasan ile Sofiya’nın hikayesini anlatmak öyle kolay iş mi? Dünya Harbine girmek gibi bir şey…
Nazlı:
-Ne olur anlat dede… Çok merak ediyorum.
Dede:
-Anlatacağım, anlatacağım. Biliyorum artık İslam’ın şartı oldu bu. Sen bu hikayeyi dinlemezsen meraktan uyumazsın da…
-Evet dede, uyuyamam artık.
Dede, sobadan uzaklaştı. Sedirin köşesine geçti ve bağdaş kurup oturdu. Nazlı’ya:
-Mutfaktaki koca avrada söyle, o da çayı koysun.
Nazlı, büyükannesine seslenmişti ki, büyükanne çayı demlemiş meğerse.
-Gel kızım çayı al da dedene götür diye seslendi. Nazlı, mutfaktan çayı alıp dedesinin önüne koydu. Dede, çayı alıp pencerenin önüne koydu. Nazlı da dedesinin dizinin dibine oturdu.
İhtiyar adam torununun dizinin dibine oturmasının keyfini sürerek başladı anlatmaya:
- Bak kızım. Hasan, sarışın bir oğlan, apalak, yakışıklı… Atın üzerine bindi mi köyün bir ucundan öbür tarafına fink atar durur. Böylesi yiğitlerin gözü gönlü güzellerde olur. Güzeller de, böyle yiğitlere bakıp bakıp iç geçirirler. Bunlar eski zaman hikayeleri… Ben deyim 100 sene, hadi bilemedin 120-130 yıl öncesi…Köyde nice güzel Türk kızı varken Hasan tutmuş, Ermeni kızı Sofiya’ya aşık olmuş. Sofiya da Sofiya ama… Bembeyaz yüzün üstünde simsiyah saçlar, simsiyah gözler… Bakan bir daha bakar, öyle bir güzellik…. Lakin o zamanlarda öyle Müslüman oğlan Hıristiyan kızı ile evlenemez ki…
Nazlı:
-Neden evlenemezler dede?
Dede:
-Dinleri farklı kızım. Evlenmeleri için içlerinden birinin dinini değiştirmesi şart. Hasan, her gün anasının başının etini yemiş bitirmiş, illâ ki bana Sofiya’yı alacaksınız diye… Ne baba ne ana, güçleri yetmemiş Hasan’a. Muska yazdırmışlar olmamış, büyü yaptırmışlar tutmamış, nasihat etmişler dinlememiş, arkadaşlarından yardım istemişler, Hasan, Nuh demiş de peygamber dememiş. Zavallı ana baba, düşmüşler yola. Sofiya’nın anasından babasından kızlarını istemişler. İstemişler ama kızın babası demiş ki: “Bizim âdetimizde öyle bir şey yok. Bu durumu Papaz Efendiye sormamız lazım. Papaz Efendiye sormuşlar ki Papaz, Hasan’ın Hıristiyan olması lazım. Yoksa bu nikah asla geçerli olmaz demiş.
Hasan’ın anası babası akları çıkarıp karaları giymişler, kara kara düşüncelere dalmışlar. Bu sırada akıllarına İmam Efendiye danışmak gelmiş. Bir akşam İmam Efendi’yi buyur etmişler evlerine. Durumu böyle böyle anlatmışlar. Aman İmam Efendi derdimize bir çare demişler. İmam Efendi de bizim bugünkü imam gibi aklı bir karış havada bir adam… Bunlara demiş ki, o işin kolayı var. Hasan, Hıristiyan oldum desin, kızı alsın. Kızı aldıktan sonra nasıl olsa iş işten geçmiş olur, dinini değiştirmediğini cümle aleme gösterir. Bu fikir Hasan’ın kafasına yatmış. Aileye de imamın marifetiyle kabul ettirmişler.
Hasan gitmiş papazın yanına, dediklerini kabul ettiğini açıklamış. Papaz çok sevinmiş ama ortalığa da duyurmuş ki Müslümanların kafası iyice karışsın diye. Tabii ortalık hop kalkıyor. Hasan bunu bize nasıl yapar diyen Müslümanlar, Hasan’ı gördü mü arkalarını dönüyorlar. Allah’ın selamını bile almıyorlar. Neyse… Bunlar bağırlarına taş basıp oturmuşlar.
Hasan, Yanartaş Kilisesinde dualarla Hıristiyan olmuş. Gel zaman git zaman, bu Hıristiyanların orucu gelmiş. O vakit onlar yağlı yemezlermiş. Hasan’ın adını da Yuvan koymuşlar. Bir savanın üzerine yağlı eti koyarlarmış,sonra da başlarlarmış sallamaya: “Yağlı idin oldun yavan, yağlı idin oldun yavan” diye tekerleme söylerlermiş. Hasan’ın içindeki acı ne kadar biriktiyse o da “Hasan idin oldun Yuvan, Hasan idin oldun Yuvan” diye söylüyormuş tekerlemeyi. Biraz dinleseler ki Hasan’ın içindeki hiçbir şey değişmemiş. Ne oldu Yuvan diyorlar. Hasan’ın canına tak etmiş:
-Ulan yağlı et sallamakla yavan olur mu? Kulağına senin adın Hasan diyerek ezan okunan adam da Yuvan olur mu, diyerek elindeki savanı kaldırmış yere fırlatmış. Sonra da atın arkasına Sofiya’yı atmış, sürmüş Erciyes dağına doğru. Oradan da Bakırdağ tarafından Develi’den Toroslara gitmiş.
İhtiyar, soğuttuğu çayını bir yudum da tepesine dikti.
-Kızım çayımı doldur hele…
Nazlı, ok gibi yerinden fırlayıp mutfağa daldı.
-Ne olur nine, şu çayı çabucak doldur, dedem Hasan Efengi’yi anlatıyor, hemen yanına gitmem lazım.
Nine, çayı doldururken Nazlı’nın heyecanına gülümsüyordu.
-Kızım, dedenle her gün şöyle bir saat otursan, deden sana ne hikayeler anlatır.
Nazlı, cevap vermeden çayı aldığı gibi dedesinin yanına koştu. Dede, aynı şekilde bardağı alıp pencerenin önüne koydu ve Nazlı’nın dizinin dibine oturmasını bekledi.
Nazlı:
-Eeee dede, sonra ne olmuş?
-Evet kızım. Bunlar Toros dağlarında izlerini kaybettirmişler. Tam tamına on yıl, Toroslarda bir köyde kalmışlar. Bir oğlan, bir kız evlatları olmuş. Ama akılları burada… Burada ne varsa bilmem ki… Köyleri gözlerinde tütüyor. Hasan demiş ki, aradan on yıl geçti, herhalde eski yaralar kapanmıştır. Haydi köyümüze dönelim. Sofiya da uymuş bu karara… O da özlemiş anasını, babasını, kardeşlerini… Lakin bilmezler ki o vakit Ermeni milletinden nice azgın adamlar türemiş. Hele aşağı köylerde, Efkere’de, Belasi’de Ermenilere güç yetmez olmuş. Mağaralarda bir orduya yeter cephaneleri ve silahları varmış bu adamların. Halbuki Gesi’de karakol var amma dört nefer asker durur sadece.
Neyse… Hasan ile Sofiya atlarının üstünde Darsiyah’a doğru gelirken bizim köylü bir Rum’a rastlamışlar. Hal hatır sormuşlar. Köyde ne var ne yok haber almışlar. Bu Rum, onlardan ayrılınca yememiş içmemiş doğruca Belasi’ye gitmiş, çetenin gözü kara adamlarına demiş ki: Zamanında böyle böyle olduydu ya… İşte intikamınızı alacak vakit geldi. Hasan, Sofiya, bir oğlu bir kızı, Darsiyah’a doğru geliyorlar.
Çetenin elebaşları hemen adamlarını toplayıp silahlarını kuşanmışlar. Hasan’ı daha köye varmadan Karatepe’ye yakın bir yerde sıkıştırıyorlar. Hasan, çocuklarını da alıp kaçacak ama uzun yoldan geldiler. Yorgunlar. Bunlar, Allah yarattı dememişler, Hasan ile Sofiya’ya çalmışlar kurşunu. Sofiya ile kız birlikteymiş atın üstünde… Daha ilk atışta Sofiya ile kızı
vurulup bir derenin kenarına yığılmışlar. Hasan da gavura çalmış kurşunu ama hangi birine güç yetecek. Karatepe’ye doğru kaçarken arkasındaki oğlancığına bir kurşun isabet etmiş. Hasan, bir mağaraya sığınmış Karatepe’de. Yavrusunun yarasına ot toplayıp sarmış, gözyaşları kurumuş ağlayıp sızlamaktan.
Gözü dönmüş katiller, silah sesini duyup da ne oldu diye oraya gelen her Müslüman’a çalmışlar kurşunu. Köy halkı varıp baksa ki… Yol boyu ceset dolu… Ağıtlar figanlar öyle yükselmiş ki arşı âlâya varıyor. Gesi’deki dört nefer askere haber salınmış. Askerler gelseler baksalar ki ortalık savaş meydanına dönmüş. Bir süre kendilerine gelememiş askerler. Sonra sora sora Belasi’ye ulaşmışlar. Bir mağarada çete ile harbe dutuşmuşlar ama gelin görün ki çete çok kalabalık… Askerin cephanesi bitiyor, çeteninki bitmiyor. Bunlar yaralı bereli karakola geri dönmüşler. Kayseri’ye haber salınmış, durum bir bir anlatılmış. O vakit Kayseri’ye Gesili İbrahim Yüzbaşı gelmiş. Durumu duyar duymaz vazifeyi üstlenmiş. Kayseri’den askerleri toplayıp Belasi’ye gelmiş. Gelmiş ama çete de adamlarını toplayıp buradaki güvercinliklere mağaralara adamlarını doldurmuş. Öyle bir harp başlamış ki sanırsın Osmanlı ordusu Ruslarla harp ediyor.
Hasan, İbrahim Yüzbaşı’nın yanına gelmiş:
-Yüzbaşım, ben bu mağaralardan bunları çıkarmanın yolunu biliyorum demiş.
İbrahim Yüzbaşı’ya derdini anlatmış. İbrahim Yüzbaşı da yanına birkaç asker katmış. Hasan, askerlerle Belasi’nin tepesine çıkmış. Gürpınar suyunu kazmayla kürekle mağaranın deliğine akıtmayı başarmışlar. O kocaman Gürpınar suyu, bir hafta mağaraya akmış. Bir hafta sonra ancak mağaradan adamlar ellerinde silahlarla çıkmışlar. Askerler bunları teslim almış ama diğer mağaralardaki adamlar sağa sola kaçmışlar bu arada… Hasan, bu kaçanların peşine düşüp intikamını birer birer almaya başlamış.
İbrahim Yüzbaşı, Hasan’ı dikkatli olması hususunda sürekli uyarıyormuş. Hasan’ın ciğeri yanıyor, bu lafları duyar mı hiç. Millet evine girmiş çıkamıyormuş. Ermeni çeteleri, Müslümanların evlerini basıp kadın kız çoluk çocuk demeden öldürüyormuş. Her ölüm haberinden sonra Hasan, Karatepedeki mağaradan çıkıp Belasi’deki mağaraları basıp çetecileri öldürüyormuş. Devletin yeterince askeri yok ki bu pislikleri temizlesin. Gel zaman git zaman, Hasan ile çete mensupları öyle kanlı hesaplaşmışlar ki çetenin adamları bir avuç kalmış. Bunu kendilerine yedirememişler. En son çare olarak mağaradan çıkıp köprünün ayağına pusu kurmuşlar. Hasan ile oğlu, köprüden geçerken ikisini de kurşun yağmuruna tutup orada ikisini de öldürüyorlar kızım.
Nazlı’nın gözlerindeki bulutumsu hava gittikçe ağırlaşıyordu. Bir süre sonra dayanamayan kızcağız hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Dedesinin dizine göz pınarlarından yaşlar mütemadiyen akıyor ve orayı ıslatıyordu. O zaman dedesi, torununun saçlarına elini koydu. Bir süre öylece kalakaldılar. İhtiyar adamın da gözleri nemli nemliydi. Torununun başını kaldırdı ve kırış kırış elleriyle torununun yüzlerini avuçlarının içine aldı.
-Seni çok seviyorum kızım.
Nazlı, bir çocuk gibi seslendi:
-Ben de seni çok seviyorum dede…
İhtiyar:
-Bak kızım, o günlerin hatırası bir deyiş var, onu söyleyeceğim sana… Bu deyişi unutmayacaksın ama… Bunu senin çocuklarına da sen öğret, tamam mı?
Nazlı başını salladı. İhtiyar, gözünü pencereye, uzaklara doğru daldırdı. Eli kulağında, ezan okur gibi yapıp deyişi söylemeye başladı:
Darsiyak derler de derenin içi
Neydi vurdular Hasanın suçu
Al kanlar içinde kaküllü saçı
Yürü Hasan yürü dostun yoğumuş
Darsiyak içine kurmayın pazar
Kondurmayın sinekleri yareler azar
Hasan öldü diye kırat boş gezer
Yürü Hasan yürü dostun yoğumuş
***
Yaz ayları gelince Karatepe’nin suları bugün halkın Hasanefengi adını verdikleri cennet gibi yemyeşil bir vadiden akıp giderken insanlar Hasanefengi Kalesine çıkıp bağırırlar.
- Hasan Efengi orda mısın?
Karşıdan ses yankılanır:
- Evet buradayım.
Bu sesi ancak kalp gözü açık olanlar duyarlar.
Hasan Efengi’nin, Sofiya’nın, kız ve erkek çocuklarının da mezarının burada olduğu söylenir ama mezarlarını kimse bilmez. Böylesine ölümsüz sevdalar, mezara girer mi hiç? Böyle olmasa, buralara gelip “Hasan Efengi orda mısın?” diyen insanlara kim “evet buradayım” diyebilir ki…
Created with fd's Flickr Toys.
HOCAEFENDİNİN SÖZLERİNDEN SEÇMELER
* Cehalet felakettir, amelsiz ilim ise vebal! Silkinelim, atalet ve cehaleti yenelim.
* Hakkı istemeli, gerçeği aramalı, onu sevmeli ve saymalı.
* Gülün dikenine değil, kokusuna ve rengine bakın.
* Az uyuyup çok çalışın, ilmi çalışmalara önem, bilgin ve uzmanlara kulak verin.
* Artık kabuğu kırarak dış dünyaya açılmalı, bizi seven ve sayanlarla sağlam alakalar kurmalıyız.
* Gevşemeyiniz, ahireti, hesabı unutmayınız, hiç olmazsa düşmanların çalışmalarına bakıp gayrete geliniz.
* Kültürel meselelerle ciddi olarak ilgilenin.
* Gücünüzün ve cesaretinizin, güçlüklerin üstesinden gelmeye yeterli olduğunu kabul edin.
* İlerleme, kalkınma ve yükselmenin sonsuz değerli, vazgeçilmez şartı, her yönü ve çeşidi ile, gerçek ilimdir.
* Yakın ve uzak çevrenize ilgi gösterin, ilme, yeniliklere, gelişmelere önem verin.
* Dostlarınızı asla unutmayın.
* Evlerimizde sadece akla uyan, işe yarayan lüzumlu, faydalı eşya bulunsun.
* Çocuklarını millî kültüre bağlı ve uygun yetiştirmeğe var gücüyle çalışmalıdır.
* Batı dillerinden en az birini, kendi kültürümüzün temeli olan Arapça'yı, Farsça'yı, Osmanlıca'yı iyi öğrenmeye girişmeliyiz.
* Çok ve devamlı okumalı, meslekî literatürü, ilmî gelişmeleri yakından, -ilmî mecmualar, yeni etüd ve makaleler seviyesinde- takip etmeliyiz.
* Hilelere tuzaklara düşmemek için, Allah'a sığının. Allah'a tevekkül edin, çalışın.
* Kur'ân'ı Kerîm'i ve hadis-i şerifleri sağlam kaynaklardan öğrenin ve sahih hadisleri ezberleyin.
* Spor ve sıhhate çok önem verin. Katiyyen sıhhatinizi tehlikeye sokacak işler yapmayın. Sıhhatli kuvvetli müslüman daha hayırlıdır.
* Kur'ân-ı Kerîm'in en güzel izahı Resulullah'ın hayatıdır. Sahabe-i Kirâm'ın hayatıdır. Onların hayatı çok önemlidir. Sahabe-i Kirâm'ı iyi öğrenin.
* Mezun olduğumuz yerlerde mutlaka vakfımızın şubesini veya bir dernek kurun. Mutlaka bir eğitim , öğretim, kültür ve sosyal çalışma içinde yerinizi alın.
* Şahsi işinizin yanında mutlaka sosyal iş yapın. Yani bir ticaret bile, ticaretiniz İslâm'a hizmet etsin.
* İlme sarılacağız, gerçek âlim olacağız, müslümanları kaliteli, meziyetli, bilgili, görgülü, ahlâklı yetiştireceğiz.
* Daha çok çalışın, daha kaliteli üretim yapın, daha çok tasarrufta bulunun., lüksü ve israfı terk edin, yeni ve modern, büyük müesseseler kurmaya gayret edin!
* İthalât ve ihracatlarınızı kendiniz veya kardeş müesseseler aracılığıyla yapınız., dış piyasaya mutlaka açılınız.
* Alış verişlerinizi kendi öz müesseselerimizden yapınız!
* Üç kuruşluk maaş için çalışan basit insanlar olmayın. İdealleri unutmayın.
* Tasarrufa önem verin, israfa kaçmayın. Tasarrufu da ticarette ve diğer çalışmalarda değerlendirin.
* Büyükşehirlerde yığılmak yerine, rahat yaşayabileceğiniz kenarları bahçeli yerleri tercih edin.
* Dünyanın her yerinde İslâm'ı yayma, tebliğ, irşad, talim ve terbiye çalışmalarına yeni bir hız ve güç vermeliyiz.
* Günahkârlara kızmayın, onları ayıplamayın, sabırlı olun onlara birer hasta gibi şefkatle yaklaşın, doğru yola gelmeleri için gıyaplarında dua edin.
* Kadınların ve çocukların da savaşa hazırlanması lazım. Karate, tekvando ve, yakın savunma sporları dahil hepsini öğrenmeli.
* Mutlaka sosyal, kültürel çalışmaları yapacaksınız. Mutlaka dergilerimizi okuyacaksınız, okutacaksınız.
* Halkı bilgilendirmeli bilgi toplumu haline getirmeliyiz.
* Mutlaka sizin dışınızdaki insanların güzel taraflarını görmeyi öğreneceksiniz. Kusurlu olarak kendinizi göreceksiniz.
* Müslümanlar fikir farklarına rağmen, işbirliği yapmasını öğrenmek mecburiyetindedirler.
* İnançlı, görgülü, bilgili, terbiyeli, iradeli, edepli, ahlaklı ve gönül ehli insanlar yetiştirmeye yönelmeliyiz.
* Mert olalım, dürüst olalım! Bize iyilik yapana kötülük etmeyelim, kan kusturmayalım! Borcumuz varsa, sahibine ödeyelim, rahat etsin o da... İyiliği için de teşekkür edelim!
* Müslüman olarak giyimine dikkat etmen gerekli; pabucunun çamursuz olması, pantolonunun temiz olması önemli! Hatta, giyiminin renklerinin uyumlu olması önemli.
* İlim öğrenin, hadis öğrenin, Kur'an öğrenin, büyüklerimizin hallerini öğrenin; söylenecek yerde onları söyleyin!..
* Kur'an-ı Kerim Allah'ın sağlam kurtarma ipidir, can kurtaran simididir. Ona sımsıkı sarılmalıyız, yapışmalıyız ki selâmete çıkalım, kurtulalım.
* Kur'an-ı Kerim ne dediyse, "Amennâ ve saddaknâ, sadakallàhul-azîm. Cenâb-ı Hak doğru buyurmuştur, elbet öyledir." deyip onu tasdik etmemiz lâzım!
* Her yerde, herkese, her vesile ile hizmeti bir ganimet bilelim, dua almaya çalışalım, dua kazanalım!
* Bu bayramların sevaplarından istifade etmek lâzım. Sevapları kaçırmamak lâzım!
* Zikir ehli; yâni ilim ehli, o meseleyi bilen kimseler demek. Bilene sormak çok önemli. Bir sorun çıktı karşınıza... Arayıp, bulup bilene sormak lâzım!
* O halde müslümanlar ilmi, hakyolda ve hayra ve Allah için öğrenmeli, kullanmalı, ilmi ile âmil olmalı, takvâyı şiâr edinmeli.
* Bir insan her şeyi tam bilemez, bilmediği konularda "burası benim saham dışındadır" diyebilmeli, konuşmak kadar edebi, sukût etmeyi de öğrenmelidir.
* Hasta kardeşlerimize ziyaret yaparsınız, gönüllerini alırsınız. Bir de onların dualarını talep edin, "Bize dua edin!" diye dua isteyin.
* Eksiğimizle, kusurumuzla, hatalı şey yaptığımızı itiraf ederek, tevazuu takınmamız lâzım geldiğini hatırlamalıyız...
* Cahil cahilliğiyle öyle kenarda yıllarca kalmamalı, cahil gelip cahil gitmemeli! Cahil yaşayıp cahil göçmemeli!..
* Eski güzel an'anelerimizi canlandıralım; müslümanların ne kadar misafirperver, fedâkâr, vefâkâr, hizmetli, gayretli, ihlâslı olduğunu fi'len gösterelim.
* Sağlam yürümek daha iyi... Bildiğiniz insanlarla, samimi dostlarınızla iş yapmanızı tavsiye ederiz.
Fotoğrafa baktığınızda tehlikeli bir şey görmüyorsunuz elbette. Adam gibi bir balıkçı teknesi. Tertemiz, pırıl pırıl güvertesi, tertemiz boyalı haliyle, Tehlikeli kılan sahibinin kaptan yerinin hemen yan tarafına astığı yazı.
Büyük harflerle TEKИEYE BİИMEYİN altında daha küçük boyutta *ISIRIRIM* yazıları. Tekne sahibinin aşı durumunu bilmiyorum elbette ama bence tehlikeye değmez.
Neden yazdığını da öğrendim, haklı aslında, çünkü adamın tertemiz teknesine izinsiz binip olta atan amatör balıkçıların teknesini kirletmesinden ve zarar vermesinden bıkmış adam. Gerçekten kimseyi ısırmış mı bilmiyorum ama öğrenmek için orada bulunmaya değmez diye düşünüyorum.
Alibey adası (cunda) ile Dolap adası diye de söylenen Lale adası arasındaki Türkiye'nin ilk boğaz köprüsünün yanıbaşı.
Nikon D300S + Af Nikkor 28-105 mm. f:3,5-4,5 D
Oyuncak hikayesi serisi başlangıç olarak ilk animasyonlardan diyebiliriz.İlk filminde Buzz Lightyear adındaki yeni çıkan oyuncak Andy’e hediye edilir ve Andy en çok oynadığı oyuncağı olan Şerif Woody’e ilgisini artık yitirmiştir.Bir gün Buzz yanlışlıkla aşşağıya düştükten sonra kıskançlık krizine girdiği düşünülen şerifin onu aşağı attığı sanılır.Ancak Şerif kendini temize çıkarmak için Buzz’i bulmaya karar verir.Dış dünyada ise onları türlü tehlikeler beklemektedir.
www.nefilmizle.com/oyuncak-hikayesi-1-toy-story-1-izle-10...
Fucidin krem nedir ? nasıl kullanılır, neden tercih edilmelidir yan etkileri nelerdir ve benzeri tarzda çok sayıda merak edilenleri bu makalede siz okurlarımıza bilgi vermekteyiz. Bu kremin kullanıldığı alanlara bakıldığında etki alanının çok fazla olduğunu görmekteyiz. Fakat bu krem hakkında bilinmesi gereken çok şey bulunmaktadır. Unutmayın ki her ilacın veya tıbbi ürünün belirli şartlarda kullanılması gerekiyor. Sağlığınız için ne kadar gerekli olursa olsun yanlış kullanım durumunda bu tarz tıbbi ürünler sağlığınızı tehlikeye sokabilir.
Fucidin Krem Ne İşe Yarar ?
Krem genelde ciltte oluşan sorunlar sonucundan kullanımı yaygınlaşan ve üretilen bir malzeme olarak günümüzde çok sayıda markanın etiketiyle karşımıza çıkmaktadır. Bu sorunlar arasında yanık, kaşıntı, yaralar, sivilce ve benzeri şeyler vardır. Fakat bu sorunların her biri için hazırlanana özel kremler de mevcuttur. Bazı kremler yaralar konusunda iddialıyken bazı kremlerin sivilce konusunda daha etkin olduğu durumlar olabilir. Yani kremlerinizi sorunlarınıza göre seçmeniz ve bu şekilde tedavi uygulamanız sizler için daha uygun olacaktır. Biz bu yazımızda sivilce için en etkili olan fucidin sivilce krem nasıl kullanılır sorusunun cevabını vereceğiz.
Fucidin Krem Sivilce İçin Nasıl Kullanılır ?
Sivilce oluşumu cilt üzerindeki boşluklara bakterilerin akın etmesi ve cildin hemen altında birikmesiyle oluşur. Etkili bir antibakteriyel özelliğe sahip fucidin krem, cilt üzerinde ve hemen altında yerleşik bulunan bakterileri temizleyerek hem sivilceleri yok eder hemde ilerleyen süreçte tekrardan sivilce oluşumunu engeller. Bu özellik göz önüne alınarak, sivilcelerden kurtulduktan sonra kremin kullanımı bırakılmamalı tam olarak 21 gün kullanımına devam edilmelidir. Sivilceler yok olunca kullanım bırakılırsa ciltte mevcut bakteriler tekrardan sivilce oluşumuna neden olabilir. Cilde sürülmesi esnasında kesinlikle göze ve dudaklara yakın kısımlara sürülmemelidir, etkili bir krem olduğu için yan etkiler görebilirsiniz. Eczanelerden alırken kesinlikle nasıl kullanılacağına dair tavsiyeler alın ayrıca ilaç içerisinden prospektüsü kesinlikle okuyunuz. Umarım Fucidin krem sivilce için kullanımı hakkında detaylı bilgi verebilmişizdir.
Fucidin Krem Bebeklerde Kullanımı
Fucidin krem için herhangi bir yaş kısıtlaması yoktur ancak cildi tahriş etme riski olduğu için, fucidin krem bebeklerde kullanımı için ilk önce doktorunuza başvurmanız gerekmekte. Bebeğinizde ne için kullanacağınızı ve ne sıklıkla kullanılacağını bilgileri kesin ve net şekilde belirtilmeli.
Fucidin Krem Kullananlar Ne Diyor ?
Yazımız kaleme alındıktan sonra bizlere e-posta ile ulaşan kullanıcı yorumlarına yazımızda yer veriyoruz.
Merve hanım(19); Ergenlik döneminde özellikle alın kısmında çıkan sivilceler için kullandım. Yaklaşık 30 günü buldu kullanım sürem sonuç gayet tatmin edici.
Ayla hanım(41); Dönem dönem cildimde bölgesel sivilceler çıkıyordu neredeyse bir hastalık haline gelmişti. Bir tavsiye üzerine sadece sivilce çıkan yere değil tüm cildime bu kremi kullandım. Uzunca bir süre geçti ancak hala sivilceler tekrar etmedi memnuniyet üst düzey.
Sadık bey(30); Genetik olarak sanırım çene kısmımda sürekli sivilceler oluşuyordu yıllar geçse bile bu sorunu çözemedim. Bir eczacı arkadaşın tavsiyesi üzerine 20 günlük kullanım sonucunda sivilceler kurtuldum artık bir daha çıkar mı bilmiyorum ancak çıkarsa tekrardan sizlere bildireceğim.
Fucidin Krem kullananlar tarafından bizlere iletilen e-postalar şimdilik bu kadar, sizlerde bizlerle deneyimlerinizi paylaşmak için info@kadinaozelsirlar.com adresine e-postalarınızı gönderebilirsiniz.
Sivilce Sorunları için farklı çözümler arıyorsanız, sivilce için dış macunu kullanımı ve Defne Sabunu Sivilce yazılarımızı okuyunuz.
Fucidin Sivilce Kremi Fiyatı
Bunca yararlı özelliği olmasına rağmen, etkisi büyük fiyatı küçük fucidin krem fiyatı yaklaşık 13 TL olarak belirlenmiştir. Sizlere en yakın eczaneden temin edebilirsiniz.
Fucidin Krem Kullanıcıları Tarafından Sorulan Sorular
Yazımızın bu kısmında, sizler tarafından sorulan sorulara bire bir cevap vermeye çalışacağız. Sizler de bu yazımızı okuduğunuz da aklına takılan soruları sormak için çekinmeden info@kadinaozelsirlar.com e-posta adresinden bizlere ulaşabilirsiniz.
Fucidin Krem Reçetesiz Alınır Mı ?
Evet, fucidin krem reçetesiz alınır. Her hangi bir eczaneden dilediğiniz gibi alabilirsiniz. Alırken eczacınıza ne için kullanacağınızı anlatırsanız sizleri yönlendirmeleri olumlu olacaktır.
www.kadinaozelsirlar.com/fucidin-krem-sivilce-icin-kullan...
Bir daredevil kendi tema parkını arkadaşlarıyla birlikte tasarlar ve işletir. Tuhaf biri olan D.C., raylı sistemlerin azami eğlence için minimum güvenlikle tasarlandığı, düşük ücretli, kontrol dışı bir eğlence parkının patronudur. Tam D.C.'nin ona yabancılaşmış olan genç kızı Boogie'nin ziyareti esnasında, yakınlara kurumsal bir mega-park açılır ve D.C.'nin parkı Action Point'in geleceğini tehlikeye atar. Sevgili tema parkını ve kızıyla olan ilişkisini kurtarmak için, D.C. ve tuhaf ekibi her türlü şeyi yapacaktır.
Filmin yönetmen koltuğunda Tim Kirkby otururken, senaristliğini John Altschuler ve Johhny Knoxville yapmaktadır.