View allAll Photos Tagged Birader

#MacroMondays

#BoardGamePieces

 

STRG / CTRL+ www.youtube.com/watch?v=AEn16GyRuZA

 

No modeling clay involved this time. These are stacked "Mensch ärgere Dich nicht" game pieces a millisecond (or so) before the tower tumbled down. "Mensch ärgere Dich nicht" (Man, don't get angry!") is a German board game classic based on the Indian game Pachisi and the English game Ludo. It was developed by Josef Friedrich Schmidt in 1907/1908 and has been sold over 90 Million times since then. I wanted to skip at first, because I'm not really a board game player, and thus also don't really have any board games – except a small box of travel games bought for... a previous Macro Mondays "game" theme. Of course :) I still had no idea what to do with the fairly boring-looking game pieces, but noticed that the plastic cones were hollow – which makes them stackable. So the attempt here obviously was to capture the game pieces tower in the moment of the fall. To make the tower fall, I've used a toothpick which I've retouched with the clone-stamp later in PS. I made a few beginner's mistakes using the Oly's "Pro Capture" mode, but the picture turned out quite nicely anyways, so up it goes :) The height of the stacked game piece tower was 4,5 cm / 1,7 inches, so, together with the reflection and the negative space above the yellow cone, the frame, which I've also cropped quite considerably, should be well within the 3 inches limit.

 

Happy Macro Mondays, Everyone, stay safe and healthy!

İlk bakışta harika, son tahlilde şahane. Cennetin başkent yerlilerinin soyundan mı geliyor? Nedir bu kadife geometri, abidevi zarafet? Grimm Biraderler onu tanısalardı, Pamuk Prenses masalındaki cüce sayısını 7 milyona çıkarırlardı! Cennetten yeni mahsul üzüm göndermişler altın tepside sanki. Seni gören melekler tribünlerde kanat çırparak alkışlıyorlardır. Cennete yağan yağmurun parıltısından yoğrulmuş dudaklar. Cennette kullanılan kimyasallara bandırılmış dilber, tam da Lokman Hekim'in "Ye" dediği türden bir fıstıktı.

Turkish Van Kuukissan Birinci Birader

Turkish Vans Kuukissan Bora Bahadir and Birinci Birader. It's hard to believe they still have no homes *wink wink*

Friend of mine has two Turkish Van kittens looking for home :) This boy is called Kuukissan Birinci Birader and he lives in capital are of Finland

They got that extensive grooming gene from their mother. Turkish Vans Kuukissan Bora Bahadir and Birinci Birader. It's hard to believe they still have no homes *wink wink*

Dâr-ı dünya, ey birader, köhne mihmanhânedir.

Dil veren vîrâneye, uslu değil divânedir.

Bir mukîm kimse bulunmaz hâne-i eflâkde,

Cümle halk ehl-i sefer, âlem misafirhânedir.

 

Ahmed Celaleddin Dede

:) tam urlada boş beleşe geziyorum baktım biri beni dürtüyo ana kim bu hişş bilider yaklaş bi bakayım dedi buyur birader dedim şöyle afili bi pozumu çekte facebooka koycam dedi emredersn abi dedim. hemen giti pozisyonu aldı bastım deklanşöre.. cebinden kart çıkardı koçum ne zaman neye ihtyiacın olursa al numaram iki miyavla yanındayım hemen toplarım çoçukları dedi. eyvallah dedim bi sn yaa nedym lan ben :)) abooo biri acili arasın ali triger kayışını sıyırıyoor sanırım.... :))

 

Bu arada Alayınızın bayramınıda kutlarım o ayrı mevzuuaat!

Jean Laurent ve Abdullah Biraderler gibi fotoğrafçıların 19. yüzyıla ait fotoğraflarının yer aldığı bir koleksiyon aracılığıyla El Hamra ve Topkapı sarayları arasında diyalog kurmayı amaçlayan sergi, ziyaretçilerini, etraflarını çevreleyen muhteşem şehir manzaralarının ortasındaki bu 2 sarayın avlularına, odalarına, süsleme detaylarına bakmaya davet ederken, 2 sarayın o dönem ticari fotoğrafçılık aracılığıyla resmediliş yollarına da dikkati çekmeyi hedefliyor.

 

''Seyahatler, Anıtlar ve Görsel Bellek'', ''Şehirdeki Saraylar'', ''Zamanın İçerisinde Saraylar'' ve ''Belirgin Bakış'' adlı 4 bölümden oluşan sergide, şehirlerin panoramik görüntüleri, saray detaylarının fotoğrafik ifadeleri birbiriyle diyalog halinde kurgulandı. Benzer bir diyalog da kopyaları çıkarılarak dünyaya yayılan fotoğraflar ile onlara referans veren gerçek objelerin sergilenmesiyle yakalanmaya çalışıldı.

 

Aralarında fotoğrafların, haritaların, planların, litografilerin, seyahat kitaplarının, maketlerin, alçıdan röprodüksiyonların, Nasri ve Osmanlı dönemlerine ait orijinal parçaların bulunduğu toplam 126 eser, bu çerçevede bir araya getirildi.

 

Sergide, özellikle manzaralarında sarayların vazgeçilmez bir referans oluşturduğu Granada ve İstanbul'un panoramik görüntüleri öne çıkacak. Bu kapsamda James Robertson ve Abdullah Biraderler'in çektiği İstanbul fotoğrafları ile Jean Laurent'ın hazırladığı Granada panoramikleri gibi özel değer taşıyan parçalar seçildi.

 

Şu anda İstanbul Üniversitesi tarafından korunan, Sultan Abdülhamid'in koleksiyonundan çok değerli fotoğrafik malzemeler ve İstanbul fatihi, Topkapı Sarayı'nın kurucusu Fatih Sultan Mehmet'in kılıcının orijinalı ve Granada'nın son Nasri hükümdarı Ebu Abdullah'ın kılıcının gerçek büyüklükteki fotoğrafı gibi her 2 saray için sembolik anlamı çok olan imge ve objeler de sergiye dahil edildi.

 

Sergide, Granada'ya ait 2 maket ile 2 sarayın 19. yüzyıla ait tasvirlerini grafik olarak veren görsel-işitsel malzeme de sergilenecek.

 

Eserler, El Hamra ve Generalife Konseyi Arşivi, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Suna ve İnan Kıraç Vakfı - İstanbul Araştırma Enstitüsü, Topkapı Müzesi, Washington Kongre Kütüphanesi ve Granada Rodriguez-Acosta Vakfı'ndan derlendi.

 

Sergi, tekrarı niteliği taşımasa da El Hamra ve Generalife Konseyi tarafından Granada'da 2007'de V. Karl Sarayı'nda düzenlenen ve büyük başarı kazanan ''Kağıt Üzerine Işık: Jean Laurent'ın Fotoğraflarında Granada ve El Hamra Sarayı'' başlıklı sergiyi kaynak alarak hazırlandı.

 

eğer sen yine İstanbul'san

yanılmıyorsam

koltuğumun altında eski bir kitap diye götürmek istediğim

sicilyalı balıkçılara marsilyalı dok işçilerine

satır satır okumak istediğim

sen

eğer yine İstanbul'san

eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim

 

ulan yine sen kazandın İstanbul

sen kazandın ben yenildim

kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar

yine emrindeyim

ölsem yalnız kalsam cüzdanım kaybolsa

parasız kalsam tenhalarda kalsam çarpılsam

hiç bir gün hiçbir postacı kapımı çalmasa

yanılmıyorsam

sen eğer yine İstanbul'san

senin ıslıklarınsa kulaklarıma saplanan bu ıslıklar

gözbebeklerimde gezegenler gibi dönen yalnızlığımdan

bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir

 

ulan bunu sen de bilirsin İstanbul

kaç kere yazdım kimbilir

kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken

1949 eylül'ünde birader mırc ve ben

sokaklarında mohikanlar gibi ateş yaktık

sana taptık ulan

unuttun mu

sana taptık

Atilla İlhan

  

{ Etiketleme Oyunu }

 

Bloglarda ortaya çıkan sonrada bu mekana sıçrayan bir oyuna şuan itibariyle bende dahil edildim. Sağolsun Şafak davet etmiş. Teşekkür ederim. Biz de icabet edelim.

 

1) İsmim dede yadigarı. Bekir. Kendisini göremesem de simâmda ona dair izler taşıdığımı söyler tanıdıklar. Mizacım serttir. Görünüş olarak sert olsam da aslında öyle değilimdir.

 

2) Yaşımız 23. "Yolun yarısı eder"e daha var. Son zamanlarda 23 yaşının karizmatik bir yaş olduğunu düşünmekteyim.

 

3) İlk göz ağrım Eskişehir'de 4 yıl ikamet ettim. Anadolu Üniversitesi Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Öğretmenliği'nden 2008 yılında mezun oldum. Atanmak istemedim. Halen de istemiyorum ama ailevi nedenlerden dolayı atanmayı mecburen istemekteyim. Kahramanmaraş'ın Afşin ilçesi ile alakam 4 yaşımdan sonradır. Gittiğim yerlerde nerelisin birader sorusuna cevabım "Maraşlıyım"dır. Kahramanmaraş'ın bakırcılar çarşısına ve dar sokaklarına hayranım.

 

4) Mezuniyetten sonra, gençliğimin hayal şehri İstanbul nasib oldu. Şükürler olsun nasib edene. Özel bir tasarım merkezinde web programlama, grafik tasarımı işleri ile meşgulüm. Kendi blogumda her gün yazmak beni rahatlatır. Ziyarete bekleriz. www.bekirarslan.info

 

5) Fotoğraf çekmenin zevkini burada aldım. Malum malzeme istenmeyecek kadar çok. Vapurla karşıdan karşıya geçerken bile deklanşöre onlarca kez basabilirsiniz. İstanbul'da tarihi mekanları gezerkenki aldığım hazzı başka hiç bir yerde alamam.

 

6) Kitap vazgeçilmezimdir. Kİtap okumadığım zamanlar huzursuz olurum. Okumadığım bir kitabı başkasına vermek adetim değildir. Kütüphanemdeki bir kitabı başkasına hediye etmeyi hiç sevmem. Hediye edeceksem yeni bir tane almalıyımdır.

 

7) Tarih denince akan sular durur. Kendimi bildim bileli tarih kitabı okurum. Kronolojik tarihle aram pek yoktur. Tarihi bugünü daha iyi anlayabilmek için okurum. İlber Ortaylı ve Mustafa Armağan'ın bütün kitaplarını okudum. Tarihi dergileri takip etmek küçük nükteler bulmak benim için zevktir.

 

8) Amatör olarak sinema yazarlığı yapmaktayım. Film eleştirisi konusunda kendimi yetiştirmek bu konudaki hedefim. Senaryo yazmak ve tasarlamak ilerideki hedefim. Sinemanın bir kesimin tekelinde olmadığını göstermek için film ekibi kurduk ve çalışmalara devam ediyoruz.

 

9) En büyük hayalim yeşili bol, havası temiz bir yerde, şelaleli nehir kenarında yapılmış, iki katlı ahşap bir evin ikinci katındaki balkondan, manzaraya karşı ayaklarımı uzatmış bir halde kitap okumaktır. Teknolojiden uzak tabiatla başbaşa.

 

10) Müzik dinlemeyi, arşiv oluşturmayı, albüm kapakları ile beraber düzenlemeyi çok severim. Bunun bazen hastalık olduğunu düşünmüyor değilim. 90gb müzik arşivinin olduğu düşünülürse sanırım bu bir hastalık. Böyle hastalığa can kurban denir ya aynı o hesap. Film müzikleri ve enstrümantal müziklere karşı bir sempatim vardır. Doğu ve batı aletlerinin harmanlandığı parçaları çokça dinlerim. Özellikle doğu müziklerini yapan yabancı sanatçıları zevkle dinlerim. Favori bir parçam yoktur. Arşivdeki bütün parçaları severim. Halet-i ruhiyeme göre müzik dinlerim. Hareketliyse hareketli yavaşsa yavaş farketmez.

 

Efendim oyunun kuralları gereği 10 maddeyi bitirmiş bulunmaktayım. Bu yazıyı kim okur bilmem ama buraya kadar okuyan arkadaşlara teşekkür ederim.

 

Beni davet eden Şafak'a tekrar teşekkürler.

 

Ben de tanımak istediğim/iz arkadaşları bu oyuna davet ediyorum.

 

Hayal Tamircisi

 

Birgaripseyyahişte

 

Duru...

 

me-lek

 

Hatice (emelim3)

 

E h l i D o s t

 

mevsim1

 

Zeki Öztürk

 

Acizane

 

Sûha

 

BtL(off)

  

"Dilde, fikirde, işte birlik'

 

Türk dünyasının büyük düşünce adamlarından ve reformistlerinden biri olan Gaspıralı İsmail Bey, Kırım Harbi (1853-1856) bütün şiddetiyle devam ederken, Bahçesaray'a iki saat mesafedeki Avcıköy'de dünyaya geldi. Babasının doğduğu köye nisbetle Gaspirinski (Gaspıralı) lâkabını alan İsmail Bey'in çocukluğu, Kırım Türk kültürünün beşiği olan Bahçesaray'da geçmiş ve bu şehir, onun ruhunda, sokakları, camileri, evleri ve özellikle Hansarayıile, silinmez İzler bırakmıştır.

 

GENÇ İSMAİL MOSKOVA'DA

 

Henüz on yaşındayken Akmescit lisesine gönderilen İsmail, orada İki sene kaldıktan sonra Varonej şehrindeki askerî okula nakledilmiştir. Daha sonra Moskova Askerî İdadisi'ne yerleştirilen Gaspıralı'nın bütün bu okulları ruhuna alabildiğine yabancı bulduğunu biliyoruz.

 

O yıllarda Moskova Panislavizm'in merkezidir. Özellikle Türk düşmanlığına dayanan Slav ırkçılığı, Türklüğe ve İslâm'a karşı, acımasız bir taassubu sürekli olarak canlı tutmak için faaliyet gösteriyordu. Rusların bu korkunç düşmanlıkları, Gaspıralı'nın birkaç arkadaşının ruhunda öyle büyük bir derin etki yaratmıştı ki, altıncı sınıfa geçtikleri yıl, o sırada Girit'te asilerle savaşan Türk kardeşlerinin yardımına koşmaya karar verdiler. Bir kayıkla kırk beş gün kürek çektikten sonra Don nehrini geçerek Odesa'ya ulaştılar. İstanbul'a gitmek üzere vapura binmeye çalıştıkları sırada , pasaportları bulunmadığı için yakalanarak Bahçesaray'a gönderildiler.

 

BAHÇESARAY'DA GENÇ BİR MUALLİM

 

Gaspıralı, bu olaydan sonra Moskova'daki okuluna dönmeyecek, Bahçesaray'da Mengligiray tarafından kurulmuş olan Zincirli Medresesi'ne 400 ruble maaşla Rusça muallimliğine tayin edilecektir.

 

Bîr buçuk yıl kadar süren bu görevi sırasında, bol bol okuyarak Rus edebiyatı ve fikir akımları hakkında esaslı bilgiler edinen İsmail Bey, bir yandan da Rus basınını takip ederek politik gelişmeleri ve Rusya'nın içte dışta izlediği politikayı daha İyi kavramaya çalışıyor, ayrıca o sıralarda epeyce yaygınlaşmış bulunan "Batılılaşma" akımının sebepleri üzerinde düşünüyordu. İleride kafasını çok meşgul edecek olan "sosyalizm" hakkında da hayatının bu döneminde epeyce bilgi edinen Gaspıralı, 1869 yılında maaşı 600 rubleye çıkarılarak Yalla'da Dereköy mektebine tayin edilmiş, burada iki yıl kaldıktan sonra, Bahçesaray'a dönerek yeniden Zincirli Medresesi'nde Rusça dersleri vermeye başlamıştır.

 

Gaspıralı, o zamana kadar kafasında teşekkül eden "yenilikçi" fikîrleri ilk olarak Zincirli Medresesi'nde uygulamaya çalışmış, talebelerine, asıl görevi dışında "usul-ü cedid" (yeni metod)'le Türkçe dersleri verdiği gibi, medreselerde uygulanan "skolastik" eğitim tarzını da eleştirmeye başlamıştır. Fakat ne talebeler, ne de Kırım halkı, psikolojik olarak böyle bir; yeniliğe hazırdı. Nitekim ders saatlerini zil çalarak ilan etmeye kalkışması, çan sesinden haklı olarak nefret eden talebelerin büyük tepkisine yol açmıştır, ölümle tehdit edilince, Zincirli Medresesi'nden ayrılmak zorunda kalan İsmail Gaspıralı, bu tecrübesini daha sonra şöyle yorumlayacaktır:

 

"Bizde ilk tedris ve terbiyenin olmadığını mektepte, dinî mekteplerimizin korkunç geriliğini ise daha sonra Zincirli'de tamamıyla öğrendim ve bunun için daha bu devirlerde her şeyden önce bu esasların ıslah edilmesi gerektiğine inandım."

 

İSMAİL, PARİS'TE...

 

Türkiye'ye gitmek, ilk macerasından sonra, İsmail Bey'in içinde hiç sönmeyen bir arzu haline gelmiştir. Bunun için 1871'de İstanbul'a gelerek zabit olmayı istemişse de, tahsili yarıda kaldığı için bunun mümkün olamayacağını düşünerek tahsilini tamamlamak ve Fransızca'yı esaslı bir şekilde öğrenmek üzere Paris'e gitmiştir (1872). Yalta'dan hareket ettiği sırada, cebinde sadece 200 ruble vardır.

 

Gaspıralı, 1874 sonlarına kadar Paris'te kalmış, hatta o yıllarda orada bulunan ünlü Rus romancısı Turgeniyef'in takdirini kazanarak sekreterliğini yapmıştır. Gaspıralı'yı, Paris'te, bizim Jön Türklerin aksine, hayatım çalışarak kazanan, körü körüne hayranlığa kapılmaksızın Batı medeniyetini anlamak için bütün tecessüsünü seferber eden genç bir adam olarak görüyoruz.

 

İsmail Bey, Avrupa izlenimlerini daha sonra "Avrupa Medeniyetine Bir Nazar-ı Muvazene" adıyla 1302 (1886/87)'de İstanbul'da, Ebuzziya Matbaası'nda basılan küçük risalesinde anlatacaktır. 1977 yılında Prof.Dr. Mehmet Kaplan tarafından sadeleştirilerek Türk Kültürü (Ekim 1977) dergisinde yayınlanan bu risalesinden, Gaspıralı'nın Batımedeniyetini gerçekten çok iyi tanıdığı ve bütün çelişkilerini gördüğü anlaşılmaktadır.

 

SERVET DAĞILIMINDA EŞİTSİZLİK

 

Gaspıralı'ya göre, büyük teknolojik gelişmelere rağmen, Batı'da servet dağılımında büyük bir eşitsizlik vardır; küçük bir azınlık servet ve refah içinde yüzerken, büyük çoğunluk sefalet içinde sürünmektedir. Halbuki hakiki medeniyetin ölçüsü, İslam'ın da temel esprisi olan "hakkaniyettir. Bu bakımdan Batı medeniyetini insanlığın ulaşabileceği tek zirve olarak görmek yanlıştır; "Eğer insanlığın görüp göreceği son yaşayış tarzı ve son medeniyet bu ise, insanlar çok talihsiz imişler."

 

Batı'da servet dağılımındaki bu eşitsizliğin sosyalistlerin işine yaradığını söyleyen Gaspıralı, "İlerleme yoluna girmiş İslâm ülkeleri ve kavimleri geleceklerini hangi örneğe uyduracaklar? Avrupa'nın peşinden giderek sonra da sosyalizm belalarına uğrayacak isek yazık gayret ve, emeğimize! Okuya okuya 'sivilize' olup Frenkler gibi olacağız diyorsak ve mukaddes bir hayat gayesi edine-meyeceksek yazık bizlere!" diyor ve insanların birbirleriyle münasebetlerinde, John Stuart Mill'in sistemleş-tirdiği "ütilitarizm"den, yani fayda-: cıhktan önce gözetilecek şeyin "hakkaniyet" olduğunu ifade ediyor.

 

BAHÇESARAY BELEDİYE BAŞKANLIĞI

 

Gaspıralı, Paris'ten kendi memleketine değil, artık Türk zabiti olabileceğini ümit ederek İstanbul'a gelrniş, fakat çaldığı bütün kapılar yüzüne kapanmıştır. İşin acıklı tarafı, bir dilekçeyle müracaat ettiği Sadrazam Mahmud Nedim Paşa, bu müracaat hakkında Rus sefiri İgnatief'in fikrini almaya kalkışacaktır.

 

Yaklaşık bir yıl, Ceride-i Askeriyye'de mütercim olarak çalışan amcası Halil Efendi'nin yanında da kalan İsmail Bey, bu arada basını takip ederek Osmanlı devletinin ekonomik, politik ve sosyal yapısı hakkında sağlam fikirler edinmiştir. Ulaştığı en önemli kanaat ise, Türkiye'de servetin ticaret hayatını ellerinde tutan azınlıklarda biriktiği, Türklerde ise memur olma hastalığının iflah olmaz bir hale geldiği idi.

 

İsmail Bey'in yazarlık hayatı, İstanbul'da bulunduğu sıralarda başladı. Buradan gönderdiği yan gerçek, yarı hayalî mektuplar, Moskova ve Petesburg'da çıkan Rus gazetelerinde yayınlanıyordu. Zabitlik hayalinin gerçekleşemeyeceğini anlayınca, 1875 kışında Kırım'a dönen Gaspıralı, 1878'de Bahçesaray belediye başkanlığına seçilinceye kadar başka hiç bir işle uğraşmadı, sadece okudu ve milletinin hayatını inceledi.

 

Gaspıralı İsmail Bey, 1878 yılında Bahçesaray belediye başkanlığına seçildi; bu görev sayesinde düşündüğü bazı yenilikleri gerçekleştirebileceğini zannediyordu, ne var ki önüne yine bazı engeller çıktı. Şehir sokaklarına fenerler koydurmak ve bir hastahane açmak teşebbüsü, belediye meclisi üyeleri tarafından şehrin kasasını boşaltacağı gerekçesiyle reddedilmiş, yaşlılara okuma yazma öğretmek için başladığı gece dersleri, kömür masrafı olarak istenen cüz'î paranın verilmemesi yüzünden sonuçsuz kalmıştı.

 

Belediye başkanı olarak görevlerini -bütün imkânsızlıklara rağmen-yerine getirmeye çalışırken, aslı misyonunu da hiç unutmayan Gaspıralı, 1879 yılında, bir gazete çıkarmak için Rus hükümetine müracaat ettiyse de, bu müracaatı reddedildi. Fakat o, mutlaka yayın yoluyla milletine hizmet etmek istiyordu. 1881 yılında, "Genç Molla" müstear adı ile, ileride kitap olarak da yayınlanacak olan "Russkoe Musulmanstovo" (Rusya Müslümanları) başlıklı makalelerini yazarak Akmescit'te çıkan "Tavrida" gazetesinde yayınlandı.

 

"RUSYA MÜSLAMANLARI"

 

Gaspıralı'nın, sansürden geçmesi için çok ihtiyatlı ve çok zekice bir üslupla yazdığı bu makalelerinde, Rusya müslümanları açısından önemli tezler ileri sürülmüştür. Söz konusu makalelerde güdülen asıl gaye, Rusları ürkütmeden, Ruslaştırma siyasetinin netice vermesinin mümkün olmadığını göstermek ve Rusya müslümanlarını -bazı tehlikeli gelişmelere dikkat çekerek- total bir modernizasyona davet etmektir.

 

İsmail Bey, Rusya'nın dünyanın en büyük müslüman ülkesi olma yoluna girdiğini, bunun aynı zamanda bir hıristiyan ülkesi olmasına aykırı bir durum teşkil etmediğini söylüyordu. Öyleyse Rusya, müslümanları sadece vergi veren bir kitle olarak görmemeli, onlara Ruslarla eşit bir hukukî statü tanınmalıydı. Halbuki o zamana kadar uygulanan politikalar, özellikle Ruslaştırma politikası, müslümanları Ruslardan uzaklaştırmaktan ve cehalet karanlığına gömmekten başka bir işe yaramamıştı. Bu politikanın olumsuz sonuçlarından biri de, müslüman halkı perişan eden tehlikeli muhaceretlere sebep olmasıydı.

 

Ruslarla müslümanlarm kaynaşa-bilmeleri için bazı çareler de gösteren Gaspıralı, Rusya müslümanlarının herhangi bir müslüman milletten daha fazla medenileşmeleri gerektiğini söylüyor. "Biz istidatlı bir milletiz." diyordu, "Bize yalnız medeniyeti kendi dilimizde öğrenme imkânını veriniz. Siz büyük biraderler, bize aydınlık veriniz! Mektepte Rus dili Ukraynalıların bile işine yaramadığı halde, Tatarların işine nasıl yarar? Rus dili, mektep vasıtasıyla değil, hayat şartlarının değişmesi, demiryollarının ve iktisadî hayatın gelişmesi nisbetinde kendiliğinden intişar eder. Müslümanlar arasında zararlı unsur, onların aralarında yetişmeye başlayan ve her nevi idealden mahrum kozmopolit züppelerdir. Bunlar ne İslamlar, ne de Rusya için faydalı olabileceklerdir!"

 

FEDERATİF SİSTEM TEKLİFİ

 

"Rusya Müslümanları'nda, Gaspıralı'nın Ruslara teklif ettiği, federatif bir devlet yapısının oluşturulmasıdır. Müslüman Türk kavimlerini Ruslaştırmak mümkün olmadığına göre en doğru yol, bu milletlere hak, adalet, ilim ve hürriyet vermektir. Sağlanacak eşit haklar, Rusya'ya birlik getirecek, o zaman Rusya'nın meseleleriyle "Gayrırus" lar da, en az Ruslar kadar ilgileneceklerdir. Bu hususta Amerika ve İsviçre'yi örnek gösteren Gaspıralı, Rusya Türkleri'nin kimliklerini korumalarında İslâm'ın önemini ve mağlup edilemezliğini özellikle vurgulayarak, milletlerin eşitliği esasına dayanan federatif bir devlet yapısının tek çıkar yol olduğunu söylemektedir.

 

İsmail Gaspıralı'nın fikirlerinin hemen tamamı, nüve olarak "Rusya Müslümanlan"nda bulunmaktadır. Kırım dışındaki müslüman Türk aydınları üzerinde de derin etkiler bırakan bu fikirler, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, gerçekten çok dikkatli ve ihtiyatlı bir üslupla ifade edilmişti.

 

EVLİLİĞİ

 

Gaspıralı, izin alamamasına rağmen, gazete çıkarma fikrinden asla vazgeçmemiştir. Bunun için, zemin yoklamak amacıyla, 1881 yılından başlayarak "Tonguç", "Ay", "Güneş", "Yıldız", "Mir'at-i Cedid" gibi çeşitli adlarla küçük risaleler yayınlamaya başladı. Ne var ki, Rus sansürü, bu risalelerin yayınını, adlan başka olsa da gazete hüviyeti taşıdıkları gerekçesiyle çok geçmeden yasaklayacaktır.

 

Bu faaliyetleri devam ederken, ismail Bey, bir de romantik bir aşk macerası yaşamıştır. 1882 yılında, Kazan eşrafından zengin bir işadamı olan İsfendiyar Bey'in kızı Zühre Hanım, amcası İbrahim Bey'le birlikte ciğerlerinden rahatsız olduğu için tedavi maksadıyla Kırım'a gelir. Rusça bilen ve kültürlü bir genç kız olan Zühre Hanım, yazılarını okuduğu İsmail Bey'e karşı büyük bir saygı ve sevgi duymaktadır. Birlikte Bahçesaray'ın tarihî yerlerini gezerken iki genç arasında sağlam bir aşk duygusu uyanır. Gaspıralı İsmail Bey, 1887'de Dereköy'-de evlenmiş, fakat eşinin kültür seviyesi kendisini anlayabilmekten çok uzak olduğu için, bu evlilik ancak bir yıl kadar devam edebilmiştir.

 

İsmail Bey'in daha sonra Yalta'ya giden misafirlerini orada da ziyaret ettiğini, Zühre Hanım'a fikirlerinden ve ideallerinden bahsettiği gibi, duygularını da açtığını biliyoruz. Aynı yılın sonlarına doğru, İsmail Bey, Simbir vilayetine giderek İsfendiyar Bey'i malikanesinde ziyaret edecek, kızını isteyince, gururlu bir aristokrat olan bu zengin fabrikatör tarafından kovulacaktır. Fakat iki genç de her şeyi göze almışlardır. Aralarında anlaşırlar ve İsmail Bey, bir gece yarısı Zühre Hanım'ı kızakla kaçırır. Gizlice nikâhlarını kıydırdıktan sonra Bahcesaray'a dönerler.

 

Hayatının sonuna kadar İsmail Bey'in ideallerinde en büyük destekçisi olan ve ona dört çocuk -veren Zühre Hanım, kocası, "Tercüman'ı çıkarmaya karar verdiği zaman, hiç tereddüt etmeden bütün altınlarını ve mücevherlerini ortaya koymuştur.

 

"TERCÜMAN"

 

Gaspıralı, bir gazete çıkarabilmek için tam dört yıl mücadele verdi, defalarca Petesburg'a giderek müracaatlarda bulundu ve nihayet 1883 yılında, Türkçe kısmı aynen Rusçaya da tercüme edilmek şartıyla "Tercüman-ı Ahval-i Zaman"ı yayınlama iznini kopardı. Adını Şfnasi'nin İstaNbul'da çıkardığı "Tercütman-ı Ahval"dan alan bu gazetenin Rusça adı da "Perevotcik" olacaktı. Zühre Hanım'ın ziynet eşyalarını ve annesinden kalan kıymetli elbiseleri satarak elde ettiği paraya, 300 ruble kadar abone parasını da ilave ederek eski bir makine ve bir miktar hurufat alan Gaspıralı, ilk nüshayı 10 Nisan 1883'te çıkardı.

 

Böylece "bahar güneşiyle dünya dirilip çiçeklendiği günlerde, uzun yıllardan beri karlı kefenlerle örtülüp ölü gibi uyuklayan şimal Türklerinin ilk beyaz bahar çiçeği" açılmış oldu. Olayın asıl anlamlı tarafı, 1883'ün Kırım'ın Ruslar tarafından işgalinin yüzüncü yılı olmasıydı. Rus basınında ateşli yazılarla bu yıldönümü kutlanıyor, cilt cilt kitaplar yayınlanıyor, Rusya'da adeta bayram yaşanıyordu. Çünkü yüz yıl önce, General Potemkin komutasındaki Rus ordusu, 30 bin Kırım Türkünün cesedini çiğneyerek bu güzel Türk ülkesine girmiş, Karasu ve Bahcesaray'ı yakıp yıkmış, yağ-malamıştı. Ve büyük acılar, büyük göçler o tarihte başlamıştı.

 

Ama artık "Tercüman" bu acıların tercümanı, bu mazlum milletin sesi olacaktı.

 

Türcüman,Rusya'da çıkan ilk Türk gazetesi değildi, ama yaygınlığı ve oynadığı rol bakımından en önemlisiydi. 1903 yılına kadar haftalık, 1903-1912 arasında haftada bazan iki, bazan üç defa, Eylül 1912'den sonra da günlük olarak tam 33 yıl yaşadı ve 1916 yılında kapandı.

 

"DİLDE, FİKİRDE, İŞTE BİRLİK"

 

Küçük boyda dört sayfa olarak çıkmaya başlayan Tercüman -ki yazıların Rusça tercümeleri de hesaba katıldığında iki sayfaya inmektedir-çok geçmeden, devrin şartlarına ve okur yazarlık oranına göre çok yüksek sayılabilecek tirajlara ulaşmıştır. Kafkasya, Kazan, Sibirya, Türkistan, Çin, hatta İran ve Mısır'da satılan Tercüman'ın büyük başarısı, Gaspıralı'nın sadece Rusya Türklerinin değil, bütün müslümanların meseleriyle yakında ilgilenmesinin yanısıra, "dil birliği" politikasının bir sonucudur.

 

Gaspıralı'nın, bütün müslüman Türkler tarafından kullanıbilecek bir yazı dili ortaya koymak için gösterdiği büyük gayret, Rusya Türk-14 leri arasında kabile duygusunun ne kadar güçlü olduğu düşünülecek olursa, olağanüstü bir cesaret istiyordu. Nitekim Gaspıralı'nın faaliyetleri, büyük başarısının yanısıra, küçümsenemeyecek bir muhalefetle de karşılaşmıştır. Kazan Tatar şairi Abdullah Tukay, Gaspıralı'nın ısrarla savunduğu ortak edebî dil hakkında şöyle diyordu: "Biz Tatardık ve öyle kaldık. Türkler İstanbul'dadır, biz ise buradayız."

 

Gaspıralı, aslında sadece dilde değil, Türk kültürünün bütün alanlarında topyekûn bir reform fikriyle ortaya çıkmıştır. Bu reformun temel prensibi ise, Tercüman gazetesinde, ismin hemen altında yer alan "Dilde, fikirde, işte birlik"ti. Bu sloganla veciz bir şekilde özetlenen programın ana esasları kısaca şunlardı: Mektepleri Avrupai metodlarla ıslah etmek; bütün Türk dünyası için müşterek bir yazı dili oluşturmak: kadınlara hürriyet: eğitim ve öğretim işlerinin yürütülebilmesi için hayır cemiyetlerinin kurulması.

 

NASIL BİR DİL?

 

Gaspıralı, dilde birlik" idealinin gerçekleşmesi için de, Türkçe'den mümkün olduğu kadar yabancı kelime ve kaideleri çıkarmayı ve her şiveden pek kaba olmayan mahallî kelimeleri Osmanlı-Türk tasrifine uydurarak kullanmayı öngörüyordu. Gerçekte nihaî hedefi temiz İstanbul Türkçesi'ydi. Sonunda öyle bir dil kurulmalıydı ki, Mehmed Emin'e yazdığı mektupta da söylediği gibi, Türkistan steplerindeki Türk deve-cileriyle Dersaadet'teki kayıkçılar ve hamallar bile rahatça anlayabilsin.

 

Düşüncelerini sonuna kadar, ısrarla savunan Gaspıralı, Tercüman'ı Türk-İslâm dünyasının hemen her yerinde okunan bir gazete haline getirmeyi başarmıştır. Bu, hiç de küçümsenecek bir başarı değildi. 1905 bunalımından sonra Kazan'da, Kafkasya'da, Türkistan'da ve Kırım 'da yayınlanan 35'ten fazla gazete ve dergide, çok sayıda hikâye ve romanda "Gaspıralı dili" kullanılmıştır.

 

Tercüman'ın İstanbul'da da genellikle 5 bin adet satıldığı zaman zaman bu sayının 10-15 bine ulaştığı biliniyor. Ne var ki, bu inanılmaz başarı, Birinci Dünya Savaşı ve Rus İhtilali'yle birlikte kesintiye uğrayacaktır. Türkiye dışındaki Türk topluluklarının, ihtilalden sonra dil ve kültür alanında maruz kaldıkları ağır baskılar, Gaspıralı'nın "ortak yazı dili" idealini, artık bir ütopya haline getirmiştir.

 

KAYTMAZAĞA MAHALLESİNDE BİR MEKTEP

 

Gaspıralı İsmail Bey, dil meselesinin çözümünü, diğer sosyal alanlardaki gelişmelerin ön şartı olarak görüyordu. Ona göre, dilin çağdaş gelişmelere adaptasyonu gerçekleşmeden, toplumun modern ihtiyaçlarını karşılamak mümkün değildir. Türkçe konuşan dünyanın kaderi, az bir eğitimle herkes için geçerli olacak bir haberleşme aracının, yani ortak dilin tesisine bağlıydı. Bu ise sağlam bir eğitimle mümkündü. Haziran 1895'te Tercüman'da yayınladığı "Şark Meselesi" başlıklı makalesinde, Gaspıralı, şunları yazmıştı;

 

"Serlevhaya bakıp Gladiston'luk, ya Bismark'lık iddiasında bulunduğum zannedilmesin. İndimde Şark meselesi, maarif meselesi demektir. Moğol akıntısından ve yıkıntısından sonra hemen ta bu zamana kadar âlem-i İslâm'ın gayretten, gözden, kulaktan düşüp, koca gülbahçe miskinhane harabesine çevrilip asırlarca terakkiden bî-behre kaldığı, büyük ulema zuhur etmediği tüccarlar yol bulamadığı, kâşif ve naşirlerin namları dahi unutulduğu nedendir? Maarifsizlikten..."

 

1881 yılı itibariyle Rusya Türklerinin 16 bin kadar mahalle mektebi bulunduğunu, bu mekteplerde yarım milyona yakın Türk çocuğu ömürlerinden beşer yıl çürüttükleri halde, Türkçe beş satır bile okuyup yazma öğrenemediklerini söyleyen Gaspıralı, eğitimde köklü bir refoma gidilmesinin şart olduğunu söylüyordu. Yahya Kemal de, hatıralarında, aşağı yukarı aynı yıllarda mahalle mektebine üç yıl gittiği halde elifba'yı sökemediğini, daha sonra gönderildiği yeni usuldeki Mekteb-i Edeb'de ise, bu iş için üç beş günün yettiğini anlatır. Kısacası, Gas-pıralf hin şikâyet ettiği durum, sadece Rusya Türkleri için değil, Osmanlı ülkesi için de sözkonusudur.

 

Bu konuda Tercüman'da sürekli yayın yaparak "Usul-ü cedid", yahut "usûl-ü savtiye" (fonetik me-tod) dediği yeni metodu savunan Gaspıralı, 1884 yılında, Bahçesa-ray'ın Kaytmazağa mahallesinde ilk "usul-ü cedid" okulunun açılmasına önayak oldu. Bu okulda kendisinin yazdığı "Hûce-i Sıbyân" adlı okuma kitabı okutulacaktı. "Usul-ü savtiye", harfleri değil, sesleri öğretmek esasına dayanıyordu.

 

Ne var ki, "Kadimci"ler, yani eski metodu savunanlar, bu hususta Gaspıralı'ya şiddetle karşı koydular. Onların etkisiyle halk da, İsmail Bey'in Kaytmazağa mahallesinde açtığı okula karşı cephe almıştı.

 

Aradan 45 gün geçti: Gaspıralı ve arkadaşları, elde ettikleri sonucu göstermek üzere Bahçesaray'ın ileri gelenlerini okula davet ettiler. Daveti kabul eden çok az sayıdaki misafir, öğrencilerin 45 günde, her gün sadece dörder saat çalışarak okuyup yazma öğrendiklerini görünce gözyaşlarını tutamadılar.

 

Bu olaydan sonra, Gaspıralı'nın itibarı epeyce yükselmişse de, Ka-dimciler, "çabuk öğrenilen ilim çabuk unutulur" gibi gerekçelerle, saldırılarını arttırarak devam ettirdiler. Bunun üzerine, Bahçesaray pazarındaki bir kahvehanede bir akşam mektebi açarak yirmi kadar hamal ve bakkal çırağını davet eden Gaspıralı, 40 akşam bizzat ders vererek hepsine okuma yazma öğretmiştir.

 

USUL-Ü CEDİD YAYILIYOR

 

Bu arada Tercüman'da sürekli olarak "Usul-ü cedid"le ilgili makaleler yazan Gaspıralı, görüşlerini bütün Rusya Türklerine kabul ettirmek azmindedir. Bunun için her yıl, Rusya'nın her tarafından müslüman tüccarların geldiği Nijninovgorot sergisine giderek "Usul-ü cedid"in propagandasını yapmaktadır. 1887 yılında Bahcesaray Numune Mektebi muallimi Bekir Efendi'yi Rezan vilayeti Ankerman beldesine göndermiş ve ikinci numune mektebinin orada açılmasını sağlamıştır. Tam-bof ve Penza vilayetlerinde fonetik metodu öğretme görevi de Bekir Efendi'ye verilir.

 

Bu çalışmaların semeresi kısa zamanda alınışı çeşitli bölgelerden 80 kadar molla ve softa Bahcesaray'a gelerek "Usul-ü cedid"i öğrenip memleketlerine dönerler. Böylece beş altı yıl içinde, Rusya'nın hemen her vilayetinde ikişer üçer mektep ıslah edilir. 1893'te Semerkant'a giden Gaspıralı, orada da bir "numune mektebi"nin açılmasını sağlamış, bu okul üç ay sonra hükümet tarafından kapatılmışsa da, fonetik metodun başarısını açıkça gösterdiği için, Orta Asya'da da peşpeşe "Usul-ü cedid" okulları açılmaya başlamıştır. 1904'te gelindiğinde, Rusya'daki bu okulların sayısı aşağı yukarı 5 bindir. Gaspıralı İsmail Bey'in inanılmaz mücadele azminin ve takipçiliğinin bir sonucudur bu.

 

"Usul-ü cedid", kısaca özetlemek gerekirse, şudur: İlkokulun medreseden ayrılması ve öğretmenlerinin bulunması, öğretmene sadaka değil maaş verilmesi, fonetik metod (usul-ü savtiye) uygulanarak öğretilecek okumanın yanısıra yazı öğretimine de önem verilmesi, kız çocuktan için ayrı okullar açılması, öğretimin, her yaşa göre ders kitapları hazırlamak bir program dahilinde yapılması.

 

MÜSLÜMAN İTTİFAKI

 

Gaspıralı İsmail Bey'in 1905 İhtilali'nden sonra Rusya Müslümanlarının ittifakı gayesiyle toplanan üç kongrede de önemli roller oynadığını, eğitim meselesinin ağırlıklı olarak ele alındığı III. Kongre'de "dil birliği" ile ilgili görüşlerini bütün Rusya Müslümanlarına resmen kabul ettirdiğini görüyoruz (1906).

 

"Usul-ü cedid" hareketinin başarısı ve Ekim Manifestosu 'ndan sonra müslümanların kazandığı hürriyet, öte yandan "Müslüman İttifakı" için yapılan kongreler Gaspıralı'nın cesaretini arttırmıştır. Gerçekte, yaptığı bütün faaliyetler, onun Türk birliğinin daha ileri bir merhalesi olarak İslâm birliğini hedeflediğini, fikrî yapısının Türkçü olduğu kadar, İslamcı bir nitelik de taşıdığını göstermektedir. Nitekim 1907'de, Kahire'de bir "İslâm Kongresi" toplayabilmek için büyük gayret sarf etmiştir. 1910'da ise Hindistan'a gider ve Bombay'daki "Encümen-i İslamiye"nin toplantılarına katılarak görüşlerini anlatır, hatta bir "Usul-ü cedid" okulu açmayı başarır. Aslında Hindistan seyahatinin gayesi de, "Usul-ü cedid" okulu açmaktan ziyade İslam dünyasını harekete geçirmektir.

 

Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'a gelmiş ve büyük bir heyecanla karşılanmıştır (1909). Türkiye Türklüğüne büyük bir ilgi duyan Gaspıralı, Kırım'da da Rus basınına karşı Türkiye'yi savunmaktan, aleyhteki yazılara cevap vermekten asla çekinmemişti. Birinci Dünya Savaşı arifesinde İstanbul'a tekrar gelerek Türkiye'yi savaşa girmemesi hususunda uyarmaya çalışan Gaspıralı, Türk dünyasının yetiştirdiği nadir zekalardan biriydi, büyük bir mücadele adamı ve gerçekten inanmış bir idealistti.

 

Gaspıralı İsmail Bey, 11 Eylül 1914 Cuma günü Bahcesaray'da vefat etti. Ertesi gün muhteşem bir cenaze töreniyle, Mengligiray Han türbesi civarında toprağa verilen büyük idealistin ölümü, bütün İslâm dünyasında çok büyük bir teessür uyandırdı.

İSTANBUL AĞRISI

Kanatları parça parça bu ağustos geceleri

Yıldızlar kaynarken

Şangır şungur ayaklarımın dibine dökülen

Sen

Eğer yine İstanbul'san

Yine kan kopuklu cehennem sarmaşıkları büyüteceğim

Pançak pançak şiirler tüküreceğim

Demek yine ben

Limandaki direkler ormanında bütün bandıralar ayaklanıyor

Kapı önlerinde boyunlarını bükmüş tek tek kafiyeler

Yahudi sokaklarını aydınlatan Telaviv şarkıları

Mavi asfaltlara çökmüş

Diz bağlıyor

Eğer sen yine İstanbul'san

Kirli dudaklarını bulut bulut dudaklarıma uzatan

Sirkeci Garı'nda tren çığlıklarıyla bıçaklanıp

İntihar dumanları içindeki Haydarpaşa'dan

Anadolu üstlerine bakıp bakıp

Ağlayan

Sen eğer yine İstanbul'san

Aldanmıyorsam

Yakaları karanfilli ....... eğer beni aldatmıyorsa

Kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar

Yine senin emrindeyim

Utanmasam

Gözlerimi damla damla kadehime damlatarak

Kendimi yani şu bildiğim Atilla İlhan'i

Zehirleyebilirim

Sonbahar karanlıkları tuttu tutacak

Tarlabaşı pansiyonlarında bekarlar buğulanıyor

İmtihan çığlıkları yükseliyor üniversite'den

Tophane İskelesi'nde diesel kamyonları sarhoş

Direksiyonlarının koynuna girmiş bıçkın şöförler

Uykusuz dalgalanıyor

Ulan İstanbul sen misin

Senin ellerin mi bu eller

Ulan bu gemiler senin gemilerin mi

Minarelerini kürdan gibi dişlerinin arasında

Liman liman götüren

Ulan bu mazot tüküren bu dövmeli gemiler senin mi

Akşamlar yassıldıkça neden böyle devleşiyorlar

Neden durmaksızın imdat kıvılcımlari fışkırıyor

Antenlerinden

Neden

Peki İstanbul ya ben

Ya mısralarını dört renkli duvar afişleri gibi boy boy

Gümrük duvarlarına yapıştıran yolcu abbas

Ya benim kahrım

Ya senin ağrın

Ağır kabaralarınla uykularımı ezerek deliksiz yaşattığın

Çaresiz zehirler kusan çılgın bir yılan gibi

Burgu burgu içime boşalttığın

O senin ağrın

O senin

Eğer sen yine İstanbul'san

Yanılmıyorsam

Koltuğumun altında eski bir kitap diye götürmek istediğim

Sicilyalı balıkçılara Marsilyalı dok işçilerine

Satır satır okumak istediğim

Sen

Eğer yine İstanbul'san

Eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim

Ulan yine sen kazandın İstanbul

Sen kazandın ben yenildim

Kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar

Yine emrindeyim

Ölsem yalnız kalsam cüzdanım kaybolsa

Parasız kalsam tenhalarda kalsam çarpılsam

Hiç bir gün hiçbir postacı kapımı çalmasa

Yanılmıyorsam

Sen eğer yine İstanbul'san

Senin ıslıklarınsa kulaklarıma saplanan bu ıslıklar

Gözbebeklerimde gezegenler gibi dönen yalnızlığımdan

Bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir

Ulan bunu sen de bilirsin İstanbul

Kaç kere yazdım kimbilir

Kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken

1949 Eylül'ünde birader mirc ve ben

Sokaklarında mohikanlar gibi ateş yaktık

Sana taptık ulan

Unuttun mu

Sana taptık.

 

ATİLLA İLHAN

Nargileci mi pavyon mu isletiyorsun birader?

2016 yılının en çok güldüren filmini izlemek isterseniz linkte tıklamanız yeterli olacaktır.Keyifli seyirler.

 

Link : www.filmtat.com/zor-biraderler-2-turkce-dublaj-izle.html

 

Şenay, Ali ve kayın biraderi İlber bahçe süsü işinde çalışarak cüceler tasarlayıp müşteriler bulmaya çalışan iş adamlarıdır. Fakat bulundukları her girişimde sürekli başarısız olurlar. Şenay Cüccaciye adında yarattığı markasını kurumsallaştırmak isterken bu işi yurtdışında büyütmek ister. Sofya’da düzenlenen bir bahçe fuarında kendilerini kanıtlayarak bir şeylerin ucundan tutmak isteyen Şenay’ın başına büyük işler gelecektir. Çünkü burada bulunan belalı bir mafya lideri Boris Mancov’un adamlarına bulaşırlar. Bundan sonrası ise kedi fare oyunudur...

 

hdfilmaz.com/ali-baba-ve-7-cuceler-720p-izle.html

Avarell, William, Jack & Joe appeared while I was having my lunch... I don't meet them regularly. Even less on wednesdays. :p

Birader çakrasını avuçlarının arasında toplarken :)

 

Aslında daha güzel yapılabilirdi, daha iyi bir açıyla falan da ben yerimden kalkmaya üşendiğim için bu kadar oldu :)

 

Bir de, makinenin ekranından bakınca ay tam avuçlarının arasına oturmuş gibiydi, meğer parlaklık yüzünden öyle sanmışım.

 

Ayrıca photoshop ile biraz parlaklığını arttırdım, değilse pek bir karanlık idi

Merhaba arkadaşlar yeni filmler kuşağında bugün sizlere Komedi Yerli Film türünün ender örneklerinden olan Oyuncu kadrosuyla dikkat çeken Zafer Algöz, Melek Baykal, Emrah Kaman, Algi Eke filmde rol almaktadırlar.2016 yılında izleyici karşısına çıkmış ve bu filmin yönetmen koltuğunda Defne Deliormanli, Murat Kaman, Ömer Faruk Sorak oturmaktadır.Orjinal Adı : Kaçma Birader olarak geçer.10 üzerinden binlerce kişinin dünya genelinde oylama katıldığı film değer ise 7.2 olarak kayda geçmiştir.Keyifli seyirler www.nefilmizle.com

  

www.nefilmizle.com/kacma-birader-hd-full-izle/

Şehzade Yusuf İzzeddin (1857-1916), Sultan Abdülaziz’in oğlu. Abdullah Biraderler, 1870.

madem eglence basladı o zaman hızlanmak ve calmak calmak calmak gerek degil mi ...

Patrick DeWitt’in aynı isimli romanından uyarlanan filmde, birbirine bağlı iki kardeşin hikayesi anlatılıyor. Şöhretli tetikçiler Eli ve Caharli’nin yeni bir görevi vardır. Herman Kermitt isimli bir altın avcısı, patronlarının altınını çalmıştır ve kardeşler onu öldürmekle görevlendirilir. Fakat bu iş kardeşlerin sandığı kadar kolay olmayacaktır. Jacques Audiard’ın yönetmen koltuğunda oturduğu filmin oyuncu kadrosunda John C. Reilly, Joaquin Phoenix, Jake Gyllenhaal gibi isimler yer alıyor. Yeraltı Peygamberi (Un prophète) ve Altın Palmiye kazandığı Dheepan gibi filmleriyle tanıdığımız Jacques Audiard, günümüz Fransız sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri. Hollywood’un kurtarıcı prensesi Megan Ellison’ın yapım şirketi Annapurna da ona ilk İngilizce filmini gerçekleştirme fırsatını sundu. Sisters Biraderler (The Sisters Brothers) geçtiğimiz Venedik Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülüne layık görülmüş bir western. Fakat tam alışık olduğumuz çeşit bir western sayılmaz. Önce filme adını veren Sisters biraderleri tanıtıyor bize yönetmen. Eli ve Charlie. Abi kardeş kiralık tetikçi, kelle avcısı. Namları kendilerinden önce gitse de aslında sürekli didişen iki koca çocuk. Peşine düşmeleri gereken yeni kişiyse Hermann Kermit adında biri. Fakat işverenleri bu görevi sadece onlara vermemiş. John Morris adlı bir dedektif de Kermit’i izliyor. İlk blokta iki ayrı hik…

  

dizilove.com/sister-izle/

Şehzadeler. Abdullah Biraderler, yaklaşık 1859.

içe bakış / akılda kalanlar. . .

1 3 4 5 6